Abdülkadir Budak'ın Şiir Haritası: Ya Şiir Olmasaydı
Abdülkadir Budak’ın, şiir üzerine yazılarından oluşturduğu Ya Şiir Olmasaydı başlıklı kitabı, Kişisel Şiir Tarihi 1970-2008 alt-başlığıyla yayımlandı. (Yapı Kredi Yayınları, 1.Baskı, İstanbul, Ocak 2010)
Altbaşlığından da anlaşılacağı gibi, kitap, Abdülkadir Budak’ın şiirle düşüp kalkmışlığının, şiirle hâlleşmesinin 38 yıllık bir dökümü.
Budak; “Madem ki kişisel şiir tarihimi yazıyorum, ilk kitaptan bir şiiri buraya aktarmalıyım:” diyerek, Söyleşi adlı şiiriyle genişletiyor duyarlığımızı:
“Benim gibisin sen de
Yüreği ayaza durmuş
Dallanmış acıların uçlarına tüneyen
Küçük kuş
Benden ayrı yanın yok
Gök sana uzak yer bana
Benim alnıma bir deli kurşun
Bir taş senin kanadına”
(s. 31)
“Bir Cümle İçin Kayseri’den İstanbul’a…” başlıklı yazısında (s. 43-44), bir anısını aktarıyor ki; onu buraya, küçük bir atlamayla, almadan duramıyorum:
“1981 yılı sonlarıydı, Doğan Hızlan’dan bir mektup almıştım. Gösteri’nin ‘Şiirimizde Gençler’ konulu özel sayısında yer almam için konuyla ilgili soruyu en kısa zamanda yanıtlayıp yollamamı istiyordu. (…) Ben üç günü geçmedi yöneltilen soruyu yanıtlayıp yolladım.
Yolladım ama…
Doğru değilse bile güzel bir yakıştırma olsa gerektir. ‘İzmit’te bir dize olduğunu söyleseler, onun için oradan İstanbul’a kadar yürürüm” dermiş Dağlarca. Ben bu düşünceyi dize için olmasa da, bir cümle için hayata geçirmiş oldum.
Nasıl mı?
Dediğim gibi, yıl 1981. O zamanlar, yollar bugün olduğu denli ('denli' sözcüğü yersiz burada, 'gibi' olmalıydı onun yerinde.-B. D.) üç-beş şeritli değil. Otoban mı var o sıralar? Kayseri-İstanbul arası bugün olduğundan çok daha uzun sürüyor doğal olarak. Ve ben bu iş postayla, telefonla olmaz, diyor, bir gece otobüse binip ertesi gün öğleye doğru İstanbul’a varıyorum. Niçin olduğu az çok belli oldu değil mi? ('olduğu'dan biraz sonra 'oldu' demek, iyi durmuyor. 'Niçin olduğu' diyeceğine; 'nedeni' veyâ 'sebebi' deseymiş keşke!-B. D.) Gösteri’ye yolladığım soruşturma yanıtındaki bir cümleyi değiştirmek, daha doğrusu atmak için. Doğan Hızlan’ı ilk kez görüyorum o zaman ve kendisine bir cümleyi değiştirmek için kalkıp Kayseri’den geldiğimi söyleyemiyorum. 'Yeniden yanıtladım sorunuzu, değiştirmek istedim.’ diyebiliyorum.
Daha üç beş şiir yayımlar yayımlamaz, daha ilk kitabını bile çıkarmadan 'Benim şiirimi okuyan diyetini ödemelidir’ diyebilen şimdiki gençlere komik olmasa da tuhaf gelebilir, ama bugün olsa aynı şeyi yapardım.”
Budak’ın, 1952 doğumlu olduğunu göz önüne alarak, hani o kadar da çiçeği burnunda sayılamayacak bir yaşında, 29 yaşındayken sergilediği bu davranışını, günümüzün burnu beş karış havada gezinen şiir ve yazı heveslilerinin havsalasının alamayacağı bir “edebiyata saygı” örneği olarak selâmlıyorum. Sâdece edebiyata saygı mı var, bu davranışta? Değil, ondan önce, kişinin/yazarın kendine saygısı var ki; kendine saygısı olmayanın edebiyata saygısından söz edilemez.
Kitabın 57. sayfasında, Budak’ın, Mektup Yerine başlıklı, benim yıllar önce bir dergiden okuyunca çok beğendiğim ve o zamandan bu yana da hafızamda “Soğuk çaylar içmeye mahkum edildim” dizesiyle yer eden şiirini aktarıyorum:
“Islak mendil gözlerime aittir
Parkları tenha olan taşra kentinde
Pul bulamaz oldum mektuplarıma
Hırçınım huzursuzum doğal olarak
Bahçıvan yaraladım gül kavgasında
Üstelik balkonum deniz görmüyor
Dört mevsim güz boyalı çarşılarında
Soğuk çaylar içmeye mahkum edildim
Valizim toplandı altı yıl önce
Bir at kişnemesi duysam giderim”
Eskiden, incelikler egemenmiş şiir ortamımıza; şimdiki gibi esip-gürlemeler, kırıp-dökmeler değil. Budak’tan okuyalım:
“Gülten Akın’la bir konuşma yapılmış. (Şu 'yapmak' fiilinin yanlış kullanımına dair, binbirinci kez yazıyorumdur belki. İş yapılır, yemek yapılır, masa yapılır da; konuşma yapılmaz işte, konuşulur.-B. D.) Yanıtlarının bir yerinde şöyle diyor: ‘Erkeklerin de kadınlara en yakın olanları şiir yazar, duyarlı olanlar, ince olanlar. Örneğin, keşke bu dizeleri Murathan Mungan değil de, ben yazsaydım: ‘Bazı sözler karanlıkta söylenir/Bazı sözler hiçbir zaman.’ Hani değiş tokuş mümkün olsa, ben bütün şiirlerimi versem; o, bana bu iki dizeyi verse” (s. 66)
Cumhuriyet gazetesinin 7 Aralık 1995 tarihli kitap ekinden bu alıntıyı getiren Budak, şunları ekliyor akabinde:
“Kendinden yaşça çok küçük olan bir şaire bu iltifatı yapabilmek için Gülten Akın olmak gerekir.”
Doğrudur, Gülten Akın ol(a)madan, böylesi yücegönüllü davranabilmek olanaksızdır. Ne var, Gülten Akın’ın kişilikli şairliğini övmek için seçilmiş bu cümledeki “yapmak” sözcüğüne yer var mı ki? “İltifat edebilmek için” dense, hem daha güzel, hem daha doğru olmaz mıymış?
Abdülkadir Budak; benim edebiyat yaşantımın ta başından beri karşı durduğum, şiir (deneme, roman, öykü vs.) yarışmalarını/ödüllerini pek sever. Kendisi bu ödüllerden alır da, verir de. Halil Kocagöz Şiir Ödülü’ne değer görülmesi dolayısıyla düzenlenen tören sonrasındaki tatsız bir anısını anlatıyor:
“Ödül töreni için İzmir’e gidiyorum. Törenden sonra Kocagöz ailesi, deniz kıyısındaki bir lokantada akşam yemeği veriyor. Aile üyelerinin dışında, Mehmet H. Doğan, Sina Akyol, Haydar Ergülen, Veysel Çolak, Yusuf Alper, Zeynep Uzunbay da var uzun masada. Yemeği keyifli hâle getiren sohbetin güzelliği, sıcaklığı elbet. Rakılar, kahkahalar, şarkı mırıldanmalar arasında, karşımda oturan Veysel Çolak, ‘Sen de bir Leylâ tutturdun gidiyorsun’ deyiveriyor. Şaşırıyorum. Konu bir yerlerden buraya gelmiş olsa anlayacağım. Canımın sıkıldığı Mehmet H. Doğan’ın gözünden kaçmamış, dayanamamış olacak ki, Veysel’in de duyacağı bir ses tonuyla, ‘Boşver Abdülkadir, onun bir Leylâ’sı bile yok’ diyor.” (s. 74-45)
Veysel Çolak’ı şair ve yazar olarak, ne derece seviyorsam; insâni ilişkileri (yüz yüze hiç karşılaşmadık, ancak, bazı vesilelerle her yazıştığımızda bir tutarsızlığına tanık olmuşumdur) bakımından da o kadar sevmem. Sevmiyorsam, hakkını teslim etmeyecek değilim tabi. Kendisinin bir Leylâ’sı var mı, yok mu bilemem, beni ilgilendirmez de. Ama bu dediğini, şiir ödüllerindeki çirkeflikleri (kıskançlıkları, adam kayırmaları, insâni değer yitimlerini vs), irâdesi dışında da olsa, bize bir kere daha gösterme fırsatı sunduğu için, yerinde buluyor ve "Abdülkadir Budak’a oh olsun!” diyorum.
Budak; Entelektüel Şiir başlıklı yazısında, bütünüyle katıldığım saptamalarda bulunuyor:
“Kuşkusuz, yetenek yetmez bir insanı şair etmeye; genlerden ileri geldiği, kalıtsal sayıldığı ('genlerden ileri gelmek'le 'kalıtsal sayılmak', eş-anlamlı değil mi? Öyleyse bunlardan birini saymak yetmez mi?-B. D.) üstünde durulan yeteneğin ancak ve ancak başlama vuruşu gibi algılanması gerekir. Maçı götürecek, iyi bir skorla kazanacak olan ise sonsuz bir iştahla edinilen bilgidir, bunun sonucu olarak da birikimdir. Bu anlamda entelektüele yakın durur şair. Ama, şiir bilgisini, birikimini başa kakacak kertede göstermemelidir. Aralarındaki ilişki Akgün Akova’dan öğrendiğim örnekte olduğu gibi olmalıdır.” (s. 84)
Bunları dedikten sonra da, Akgün Akova’nın, bana göre de çok isâbetli ve öğretici örneğini aktarıyor:
“Kirpiler, soğuk günlerde üşümemek için birbirlerine yaklaşırlar, ama çok yaklaşırlarsa dikenleri birbirine batar, uzaklaşırlarsa da üşürler. Kirpiler aralarında öyle bir uzaklık bırakırlar ki, ne üşürler ne de canları yanar.”
Budak; bu yazısıyla, aynı koltukta iki karpuz taşımış oluyor. Bir yandan, şairin entelektüel kimliğinin esintilerini şiirine ne derece taşıması gerektiğini gösterirken; bir yandan da, kendinden yaşça ve deneyimce epey genç bir şairi, hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan, tam bir çelebilikle onurlandırıyor. Şuara’da pek göremediğimiz, nâdir güzelliklerden.
Abdülkadir Budak; günümüzde handiyse unutulan bir erdemlilikle yazıyor çokluk. Biçimperestleri sinirinden köpürtecek, şiirde anlam ve dünya görüşü düşmanlarına tırnaklarını kemirtecek cümleler kuruyor. İşte bunlardan en çarpıcısı, en etkileyicisi. "Tekrar Değil, Israr" başlıklı yazısından:
“Güzel şiirler yetmez bir insanı şair etmeye. Şairin bir derdi, meselesi olmalıdır. Kazması gereken bir yeri, kaşımak durumunda olduğu bir yarası. Bunlar yoksa niye şiir yazsın ki? Şiirden çok daha faydalı işler var hayatta.” (s. 108)
Kendi Şiirini Kurmak başlıklı yazısındaki şu belirlemesi de, şiiri ciddî ciddî önemseyenler tarafından ders alınması zorunlu bir iletiyle yüklü:
“… dünyaya olan bakışındaki farklılıktan tut da, şiir kurma ve söyleyiş tarzı anlamındaki farklılığa kadar pek çok durum bir insanı ‘şiir yazan’ olmaktan çıkarıp ‘şair’ konumuna getirir.” (s. 109)
Aşk ve Şiir başlıklı yazısından (s.110-111), kusursuz denebilecek sarsıcılıkta, üç alıntı koyuyorum önünüze:
“Şairin içinde bulunduğu ruh haline değil, şiirin ruh haline bakılır sonuçta”
“Edebiyatın, sanatın kuralları aşkın kuralsızlığına yenilmemelidir.”
“Aşkın gözü kördür; şiirin ise binlerce göze gereksinmesi vardır. Yazdığınız her dize, öteki körü, yani sevgilinizi duygulandırabilir, kendisine şiirler yazıldığını gördüğü için sevindirebilir de; ama, şiir sanatını ve okurları üzerse n’olacak?”
Aşk ve Şiir yazısından, bir alıntı daha, ama bir şartla; Budak’ın cümlesindeki “yapmak” sözcüğü yerine, “çıkarmak” sözcüğünü koyarak:
“Aşktan şiir çıkarmaktan çok, şiirden aşk çıkarmayı denemeli şair, başarmalı da.”
Budak; bir yazısında ('Ustaların Seçtikleri’ Meselesi) şöyle diyor. Diyor da, dedikleri hiç kandırıcı gelmiyor bana:
“Hiçbir dergicinin iyi bir şiiri yayımlamamak gibi bir lüksü olamaz. Tanışmaların, arkadaşlıkların görece bir avantajı olur elbette. Ama iş iyi şiire gelince akan sular durur. Şiir öne geçer, engel tanımaz, editör tanımaz. Editörün iyisini heyecanlandırır iyi bir şiiri yayımlamak.” (s.115)
Yukarıdaki alıntıda "Tanışmaların, arkadaşlıkların görece bir avantajı olur elbette." ve "Editörün iyisini heyecanlandırır iyi bir şiiri yayımlamak." cümleleri yok mu; işte o iki cümle, benim Budak’a katılmayışımın gerekçeleridir. Arkadaş hatırı, şiirin hatırının önüne, görece mörece, geçebiliyorsa; sizin önceden “Hiçbir dergicinin iyi bir şiiri yayımlamamak gibi bir lüksü olamaz.” demiş olmanız hükümsüzdür artık. Hele, “iyi bir şiirin editörün iyisini heyecanlandırması”na ne diyeceğiz? Şiir iyi ama editör kötü (kalpli) ise n’apacağız?
“Şiirde Temel Anlam ve…” başlıklı yazısından aktarıyorum şunları:
"Hep söyledim, söylerim; bütünlük esastır bende. Her okuduğunda yeni anlamlar vermeyi tutuculuk ya da hastalık derecesinde önemsiyor değilim. Bulanıklığı derinlikten saymam. Uzak çağrışımlara yaslandığım olmuşsa da, ‘temel anlam’dan şaşmamaya özen gösteririm. Şiir, bir şeyi anlatır, duyumsatır en azından. Anlamı o kadar da okurun insafına bırakmam; değişik yorumlara gidecekse gider de, dönüp vermek istediğim anlama gelsin isterim. Bunun için şiir yazıyorum çünkü. Yüzeyde değil ama dibini gösteren bir derinlikte.” (s. 147)
Bir şiirin, “yüzeyde değil ama dibini gösteren bir derinlikte” kurgulanması; şairin şiirde estetik sorun(sal)ları üstüne, yetesiye ve fevkalâde kafa patlattığını gösterir. Bu zarâfette bir titizlenmeye, ancak ve ancak saygıyla, sevgiyle yaklaşılır. Öyle yaklaşıyorum.
“İyi yaşayanlar iyi yazabilir mi? Böyle bir kural mı var? Roman ‘hayatım roman’ diyenlerden değil, roman dilini kavramış, tekniğini öğrenmişlerden çıkıyor. Şairinki de o hesap. Yaşanmış olan şiire başlamak için bir bahanedir sadece. Daha ilk dizede şairin hayatı yerini şiirin hayatına bırakmıştır.” (“Şiire İnanırın, İsterim ki O da Bana İnansın”, s.149)
Abdülkadir Budak; estetik ve edebî görüşlerini, bir sohbet havasında anlatıyor ama sâhiden de anlatıyor. Bilgiçlikten eser yok yazdıklarında. Böyle olunca da, yazıların özdenlik (samîmiyet) katsayıları artıyor. İnandırıcılık alanının çeperleri genişliyor.
“Ayakkabı numarası değişmesin şairin; ayakkabıları değişsin ama. Bastığı yerler değişsin en azından.” (Kendi Şiirinden Etkilenmek, s. 151)
Budak; ayakkabı eğretilemesiyle, ne çok şey anlatıyor: Şairin şairce tavrından tutun, eğilmesi gerekli konular yelpâzesine, şiirin biçim ve içerik ilişkisine değin, nice şiir bileşenine ışıklar düşürüyor.
‘Şairler Çok Konuşuyor’ (s. 154) başlıklı yazısı, nâmuslu bir özeleştiri belgesi gibi:
“Şairin yüzü imgesinin yerine geçti. Bazı şairlerin bazı fotoğrafları öne çıkabilir; abartılmadığı sürece, bu da güzeldir, gereklidir. Ama şairin yüzü şiiridir, değil mi? Son yıllarda fotoğrafları sıkça yayımlanan şairlerden biri olarak bir özeleştiri yapmalıyım (Gene o 'yapmak' saplantısı; 'bir özeleştiride bulunmalıyım' diyemez miydi?-B. D.) yeri gelmişken. Kendimden korkmaya başladım açıkça. Konuşma soruları geldiği zaman yeni bir şiirimi değil de yayımlanmamış bir fotoğrafım kaldı mı, onu düşünmeye başladım da ondan. Bir şairin şiirine ihanet etmeye başlamasıdır bu.”
Ben, Abdülkadir Budak’ı, şiiri ve yazıyı kökünden oynatan, şairin ve yazarın konumunu "câri sistem karşıtı" bir konuma çekmeye çalışan, bir edebiyat devrimcisi olarak görmüyorum açıkçası. Ama, öyle görmüyorum diye, “Budak, Edebiyat Tîranlığı’nın simge-adlarından biridir, bir ‘beyaz edebiyatçı’dır” da diyemem. Ortalarda bir yerde sanki. Fâsılalarla iki uç arasında bir yerlerde salınan, orta-küçük burjuva sınıfsal karakterli kesimlerin bir şairi-yazarı o. Son analizde, kalbinde haktanırlık kıvılcımları çakan bir “edebiyat emekçisi”dir, benim nazarımda. Onun içindir ki, “bir şairin şiirine ihaneti”ni sezmiş ve gerçekliğin nişangâhına doğru bakmasını becerebilmiş diye düşünüyorum.
"Şiir ‘Çizdirmek’ " başlıklı yazısında, Budak; Mustafa Kurt’un, Sonsuzluk ve Bir Gün adlı dergideki (Temmuz-Ağustos 2005, Sayı 3) Tarık Günersel’in şiir anlayışını eleştirdiği yazısı üzerinden, Günersel’in her bakımdan ziyanlık sayılması gereken şiirlerini olumsuzluyor ki; okuduktan sonra, "bu kadarcığıyla bırakmasaydı, daha fazla yüklenseydi!” diyesi geliyor insanın:
“Mustafa Kurt ya gözünden kaçırdı, ya da unuttu; bu konuya daha öce ben de değinmiştim (Varlık kitap eki, Nisan 1998). Tarık Günersel’in VYV adlı harf (rakam) oyunlarına değinirken, bunların sayfa işgâlinden öteye gitmeyecek şeyler olduğunu ağır sayılacak bir üslupla hatırlatmış, şairin bu tür oyunlara son verme zamanının geldiği üstünde durmuştum. Bununla da yetinmemiş, yine Tarık Günersel’e ait olan, ‘F Klavye’ye Saygı’ adlı metin (!) üzerine sayfalar dolusu yazabilen Mustafa Durak’ın da yaratıcılığına hayran kaldığımı belirtmiştim.”
Bu cümleler, içimi serinletti doğrusu. Günersel’in kendi kendine ve kapalı devre “şiircilik oynamalar"ını birilerinin mahkûm etmesi gerekiyordu. Elektronik-dijital şiir (o zaman bir başkası da, bir takım mikrobik varlıkların adlarını art arda dizerek “ben de mikrobiyolojik şiir yazıyorum kardeşim” derse, neyleyeceğiz?) yazma savındaki Günersel’in şiir kanonu dâiresinde şair muâmelesi görmesinden duyduğum rahatsızlığı biraz olsun hafifletti, Budak’ın ve onun aracılığıyla okuduğum Mustafa Kurt’un eleştirel değinmeleri.
Abdülkadir Budak, Şair Her Şeyi Yazar mı? başlıklı yazısının girişinde, “Tekelinde değildi, ama Ahmed Arif’in (Yeri gelmişken, şuna da dokunmalıyım: Bu çok önemli şairimizin adını, Ahmet değil, Ahmed olarak doğru yazan ender şairlerimizden biri Budak.-B. D.) eğildiği temalara Behçet Necatigil eğilemezdi mesela. Bazı şeyleri yazmak bir insanı şair ederken, bazı şeyleri yazmamak da bir başkasını şair eder. Mizacına uygun şiiri bulmak ve yazmak dediği şey bu işte.” (s. 199) diyor.
Enfes, özgünlüğüyle parıl parıl parıldayan bir poetik parçacık bu. Henüz ergenliğini yaşayan şiir meraklılarından, erginlik çağının şâhikasındaki şairlere değin her sanat-edebiyat emekçisinin, Budak’ın bu dediklerini, koynunda muska taşırcasına taşımasını dilerim. Ancak o zaman anlaşılacak işte, şiirde matematiksel kurguyla metafizik enerjinin birbirlerini saygılıca denetlemelerindeki ayıklama/damıtma faaliyetinin olmazsa olmazlığı.
“Şair bireyin sorunları bütün insanlığın sorunları olabilirdi, öyleydi de. Aydın sıfatını hak etmiş şairlere imrendim, saygı duydum, ama şairin entelektüel olması gerektiğine, kendi şiirini yazmak yükümlülüğüne daha yakın durdum. (…) Şiirin dıştan çok içe yönelik olduğuna inandım, dıştan başlasa bile içe yönelen yanına yakın durdum. (…) Dilde devrimci olmak (her iyi ve yeni şiir devrimcidir çünkü), sosyal hayatta devrimci bir kişilik sergilemekten aşağı kalmıyordu bana göre. (…) Şiirin bir kişilik ve kendine özgülük sanatı olduğuna inandım hep. ‘Şair koroda yer almaz, solo olarak çıkar’ diyordum çünkü.” (Sosyal, Siyasal Çalkantıların Şair Üzerindeki Etkisi, s.220-221)
Görüyorsunuz, görüyoruz: Abdülkadir Budak; şairi toplumsal çalkantılardan, gelgitlerden soyutlamıyor, sırça fanuslara kapatmıyor. Bu, onun, “elitist estetik avukatları"yla kavgalı olduğunu gösteriyor. Bu kavgasını, kitabının ilerleyen sayfalarında, “Meselesi olan şiire, bir şeyler anlatmak isteyen şiire yakın durmamız, söz cambazlıklarına, hokkabazlıklarına şiir denilmesine de bir itiraz yerine geçecektir.” (Sincan İstasyonunda İnelim, s. 226) diyerek de perçinleyecektir. Tabi, yanı sıra, türlü türlü yalınkatlıklara, gönül çelici ama yüzeyselliği tartışılmaz albenilere kucak açan “romantik-halkçı şiir”in açmazlarına da, has şair dirençleriyle tepkilenmekten geri durmayacak, şiir felsefesinin bu durağında şunları imleyecektir:
“Şiirde anlamı küçümseyenlere karşı olacağımız gibi, şiiri siyasanın yedeğinde, hatta emrinde görenlere ve bir araç gibi kullananlara da karşı olacağız elbet.” (Sincan İstasyonunda İnelim, s. 227)
Abdülkadir Budak; kitabının sonlarına doğru, (‘Ben Yazarım, Konuşmam’) bir öykücük anlatıyor ki; gülsem mi, ağlasam mı, bir türlü karar veremedim:
“Ödül kazanan yazarlardan birini, plaketini sunmak ve konuşmasını yapmak için sahneye davet etmişler. Yazar, kendisine uzatılan mikrofonu almış, ‘Ben yazarım, konuşmam’ deyip inmiş sahneden.” (s.233)
Budak’ın bu anlatımındaki, gözümüze epey batan dil yanlışlarını geçerek, şuraya geliyorum: Öykücükteki “yazar büyüklenmesi”, kendi içinde ikiz karşıtını da, bir “küçüklüğü” de taşıyor bence. “Konuşmam, yazarım” derken kibirlenen bir yazar var karşımızda. Ama aynı yazar, kendisine sunulan plaketi alırken, şiirine ve kendine hakaret etmiyor mu biraz da? O plaketi alması, bir yerde, küçüklük karmaşasını onarmaya çalışmasının uzantısı sayılmamalı mı? Şiirine güvenen birinin öylesi tenekeden iltifatlara gereksinmesi var mı? Abdülkadir Budak, bunlara ne der acaba?
Ezcümle: Abdülkadir Budak, yazdığı şiirlerle olduğu gibi, şiir üzerine yazılarıyla da önemli, dahası değerli bir sanat-edebiyat işçisi. Ya Şiir Olmasaydı, bu bağlamda, onun şiir haritasıdır ve hem Türkçe şiir düşüncemiz hem de Türkçe şiir eylemimiz için, hakikatli bir kazanımdır.
(Ek: Yazı boyunca olumladığım Abdülkadir Budak'ın Sincan İstasyonu adlı dergisinin de, son tahlilde, pozitivist-ilerlemeci "sosyal-bürokratik edebiyat kanonu"nun bir parçası olduğu ortadadır.)
(*): Eliz Edebiyat, Mayıs 2011, Sayı 29