Abla Bu Çok Para
Bu sabah da Erzurum'dayız. Yirmi bir öğrenci, deneyimli rehberler ve turizm bakanlığı elemanlarından oluşan geniş bir kafile. Kahvaltı için girdiğimiz salonun yetkilisine Türkiye turumuzdan bahsediyor baş rehberimiz. Türkiye'yi turistlere anlatacak geleceğin rehber adaylarını Erzurum'dan sonra Kars yolculuğuna çıkaracağız. Bu yorucu güne başlamadan önce şanını duyduğumuz restoranınızda güzel bir kahvaltı yapmayı planlıyoruz diyor.
Ege'nin antik eserleriyle başlayıp Karadeniz'den güneye İç Anadolu'yu geçtik. Asma köprülerden geçip, yaklaşılması yasak olan tarihi eşyaları parmaklarımızda hissederek tarihin buğusunda kaybolmuş bir vaziyette geldik Doğu Anadolu'ya. Helenistik dönemlerden Hitit ve Pers kültürüne uzanan onlarca tarihin içinde yüzüyor gibiyiz. Şimdiyse donattıkları masanın zenginliği büyülüyor gözlerimizi.
Çeşitlerce yiyeceğin arasından bir tanesi dikkatimi çekiyor, benim gibi diğerleri de aynı lezzete odaklanmış durumda. Kuru dut ve kuru kayısının haşlanıp tereyağında kavrulmasıyla yapılan Erzincan'a özgü bir tarif olduğunu anlatıyorlar. Adını sorduğumda başını yavaşça öne eğip bilmiyorum diyor garson çocuk.
Biz, sundukları yemeğin adını bilmediğine şaşarken, 'bilmediği, yediğiniz şeyin Türkçe ismi' diyor yaşlı bir amca. 'Benim kendi oğlumda annesiyle anlaşamıyor' diye ekliyor. Bir annenin oğluyla neden anlaşamadığını soruyorum. Köylerinde lise olmadığı için oğullarını şehre yolladıklarını, okulda Türkçeyi öğrenip küçükken öğrendiği Kürtçeyi unuttuğunu, annesininse sadece Kürtçe bildiğini anlatıyor. 'Turistlere bir annenin oğluyla aynı dili konuşamamasını da anlatabilirsin kızım ama nasıl bir şey olduğunu anlayabilir misin?' diyor.
Ayağa kalkıp elimle eğdiği başını kaldırıyorum garson çocuğun. İbraniceden Ermenice ye 21 ayrı dili konuşan ve kendini kültürlü sanan bir grup olarak geldik buraya. Aynı nüfus kâğıdını taşıyıp aynı ülkede yaşadığımız halde bu güzellikleri bilmiyorsak sen değil biz utanmalıyız diyorum.
Beş YTL lik bahşişi 'abla bu çok para!' diye almayan, hediyelik eşyalarımı önüne serdiğimde, yaka cebimdeki kaleme sarılan çocukları da gördüm bu yolculukta. Oysaki sadece güzel şeyleri kazımışım aklıma. Şimdi ne turistlere ne de bir başkasına anlatmaya çalışmıyorum hayatı. Çünkü bu hayata anlatmaya değil anlamaya geldiğimizi kavradım.
Artık ne zaman canım sıkılsa, o yolculukta tanıştığım insanlara tekrar misafir olmak üzere otobüse atıyorum kendimi. Aynı yollardan tekrar geçiyor, yine farklı lezzetler ve farklı insanlar tanıyorum. Anlatamadığım hayatın ne demek olduğunu biliyorum artık. Hayat geçtiğimiz yolların ta kendisi...