Aiti Eştirme 31

31] Alışkanlıklarımız, edim ve eylemleri gerçekleştirişte; bunları benimserken; bu eylem ve edimleri kanıksar iken; çok iyidirler. Ancak aynı alışmalarımız, bizim anlayışlarımız da ve davranışlarımız da, bizleri öyle fazla düşünmeye yöneltmeden, bu edimleri otomatikman yapar oluşumuzu da ortaya çıkartır. Otomatik oluş bir avantaj iken; mutlaka karşılanması gereken, bir dezavantajımızı da olurlar.

Otomatiklik; yapılan edim ve saygınlaşmalar kutsal oluşmacı edimleri de yok ederler. Yine otomatikçe oluşlar bizi, düşünsel fikri tembelliğe götürecektir. Bu bakımından, otomatiklik bizleri düşünüşte, dönüşemeyen, bir davranış kalıbının içine de, sokacaktır. Böylelikle otomatik alışmaların, bir diğer olumsuz yüzü olan bize rehavet vermesine dek bizler üzerindeki gevşemesini de, üzerimizde salındırtır durur. Otomatiklik, yeni gelişmelere karşı duruşta, bizim direncimizi de oluştururlar.

Bu tür aidiyeti şartlanmaların üzerimizde salınır oluşun en temel olumsuzluğundan birisi de alışmaların, bizleri o alanda bağnazlaştırır olmalarıdır. Hatta bu bağnazlığımızı ve değişemememizi; travmaya dek götürür oluşlarımız, bu alışmaların sebebiyetindendirler. Bu direnççi alışmaların yararı da vardır. Yararı, bilinmeyene karşı; her yeniye, her sürprizlere karşı, bizlerin balıklama dalmamızı önler oluşçudurlar. Yeni durumunuz cazibeli de olsa, alışmalarınız olaya temkinlice, biraz da kuşku ile ihtiyati yaklaşmanızı da size önerir. Ki bu da sağduyunuzdur.

Aidiyetçe tutumlarımızı bilinçli olmayan bir yanla, konjonktürse olmayan bir alışkanlıkla yapmamızın bir başka çok önemli olumsuzluğu da, seçme ayıklama ilkemizi zaafa uğratmasıdır. Bu zaaf, soyut anlamalara yani öznel bilince dek süzgeç kriterlerimizin, çağın gerisindeki tutum aşışlarla, yeni olguları kıyas etmemize sebep olurlar. Bu da hiçte iyi bir seçim olmaz.

Örneğin, geniş kitlelere mal olan bir sanat söylemi, eğer eleştirel, konjonktürse bir ifade olmayıp, geniş kitlelerin geçmiş zaman tutumlu aidiyet bağlarına veya aidiyet zamanlarına hitap eden bir şarkı ise; bu sanat, sanat olmaya bilmektedir. Çünkü sanat kendi düzlemindeki hitapları ile sanatlar nesnel aktüel olucu değişme ve yorumlamaya yöneliktirler. Oysa güncelde olmayan bu söylem, kişilerin halkın duygusuna hitap ettiği için, halk da; ya da geniş kitleler de, bunu benimsemiştir. Yani bunlar temelde rutin çalışmalar olmaktan öte gidemezler.

Buradaki paradoks şudur; eğer sanat halka mal olmayacaksa, sanatın ne anlamı var? Bir kere halk, bütünsel davranış koyan yekpare bir devinim değildir. Halk sanatı sadece kullanır. Halkın bu kullanımı; yukarıda değinilen alışmalarına denk düşmeyle ilgilidir. Yine, halkın bu kullanıma dek durumu, en az enerji harcama düzeyini gerektirir olması ile ilgilidir.

Bu da o emeğin ve yine bir emek ürünü olan sanatın; halk kullanımına göre yüzeyselliğidir. Bu yüzeysellik halkın; alışmasına hitap eden aidiyetçi duygusuyla yaşar olduğu zaman ve zeminine denk düşmesi ile ilgili bir durumdan hoşlanmasıdır. Bu anlayıştı tutumun hiç biri de, bir sanatsal özelliğin anlaşılır olan, şiarı değildirler.

Kitleler frekansına hitap etmek, zaten aidiyet eştirmenin bir formasyonudur. Siz geniş kitlelere hitap etmekle aidiyet eşmenin formasyonunu kullanmış olursunuz. Aidiyetçe kılmanın yatkınlığını kullanmış olursunuz. Bu, bir yaklaşım olarak doğru olabilir, ama bu tür mal oluşlar, sanatsallık değildir.

Sanat; güncelin geçmişle ve gelecekle kavgası oluşla ve bunlardan yapılacak harmanlanmaların eleştirel bir tutumudur da. Sanat akıl yorar olmayı, kendiliğinden ortaya koyar. Yani sanat, geniş kitlelerin, düşünsel seçmeli ayıklamalı kriterce yönelmelerinin dışında kalır.

Bu mal oluşlar, kitlelerin ilgi düzeyi ile ilgili olmaktadır. Yani halka mal oluşların sanat olarak algılanmasından çok, hangi zaman düzlemine hitap ettiği önemlidir! Sanatın da, bir aidiyetçe uyumlaşma ilişkisinin var olduğu açıktır. Ama halk bundan, kendilik olaraktan uzaktır. Bu halkın sınıflı yapısından ve tüketim düzeyine dek gelişmesine dayalı formasyonundan ve dünyaya bakış tarzının ilgisizliğinden de, kaynaklıdır.

Temelde aidiyet; değişen, gelişen konjonktüre göre halkı, kişileri; yeni duruma semboller üzerinde adapte eden bir halkçı kurumlaştırma, iletişme mekanizması olduğu unutulmamalıdır. Bu; sosyal yapının bulduğu ilk zamanlarda, en temel etnik insan birlikleri oluşturmada kurumsal geçişme neden bağıdır. Sanatın halkı eski semboller üzerinde yeni alışmalarına adapte eder olması da sanatın bir yönüe sosyalce aidiyet eştirme kurumu, olmasıdır.

Eskiden çok sık görülen ahlakçılar, aynı etnik birliğe dek göçler vermiş kabile unsurlarını birleştirici bir sosyal işlevdi. Çok sıklıkla yapıla gelen her kabileci toplumsal ittifaklarla, yeni ortaya çıkan, kısmi aidiyet sorunlarına çözüm için, misyon üsleniyorlardı. Dinlerin ve inançların; bu türden yeni oluşan hükümlere dek aidiyet ilişkilerini, bir kurum olacaktan halka sindirtilmesini, üslenmeleri; kaçınılmazdı.

Ahlakçılar bu tedirginliklerin aşılmasını yeni semboller üzerinden kolaylayan ihdasının mücadelesini verdiler. Bunu da yapabilmek için; kendilerine meşruiyet kazandırmak için, bir önceki ahlakçı sofistin, yani halkın eski alışmalarının şeriatından yana olduğunu söyleyen aidiyetlikleriyle ancak ortaya çıkabilmiştirler.

Her bir toplumsal ittifaklarla olan, değişme ve dönüşmenin yeni mantık anlayışlarının kavramasında, topluma hitap eden nesnelce ayağın yanına daima, halka hitap eden, ikinci bir ayağın, yani metafizik ayağın yerleştirilmesini de, inançlarla tamamladılar.

Dinler insanlık tarihi boyunca önce kendi zaman düzlemlerine değin kendi sosyal tavırlarının olumlaştı ve meşruiyetçe kaynağı oldular. Sonraki gelişmelerlen de gidercekten de yine önce çevresel sonra dünya birliğine dek birleştiriciliğin kısmi işlevi ile üzerine düşen kadarsını da, onca har gürle birlikte ortaya çıkarmayı başarmıştır.

Aidiyet eştirme içinde, bir araç kurum misyonunu yüklenen inançlar ve dinler; zaman içinde değişmezlik ilkesine bürününce; bu yol, daha genel toplumsak ideolojik aidiyet eştirmelerle aşıldı. Üstelik ideolojiler, güncellene biliyordular da. Elbette ideoloji aidiyet birimleri de, kendi yobazlarını yaratıyordu. Bu insana dek doğamızın bir gereği idi. Ama dinlere nazaran, dinlerin tabu olmalarına nazaran, ideolojilerdeki bağnazlıklar, tartışılarak aşılabiliyordu.

Sürecek

30 Kasım 2010 5-6 dakika 1084 denemesi var.
Yorumlar