Alınyazımızdaki İmla Hatası
İnsanın son beşinde iken hayatına sığdırdıklarının iç çatışmalarını kendi vicdani muhakemesinde tahlil etme ihtiyacı duyması gayet normal! Kuyruk titremiştir. Göğsündeki kıllar enginar çiçeği gibi beyaza bürünüp Sonbahara göçürmüştür ömrün mevsimini...
Kendi sırat köprüsünde asılı kalmıştır ömrün darağacından arta kalan ruh. Vicdan patlayıp taşan bir volkan ifrazatı gibi sarmıştır vaktiyle yerinde yeller esen umursuzluğun mağdur bedeni.
Son beş dediğin son virajıdır artık hesap gününün. Dikkate almadığı bütün inanış hikâyelerine daha bir ciddiyetle sarılır insan 'Ya doğruysa!'' kaygısından...
Oysa ilk beş öyle mi ya!
El değmemiş bir ömrün en temiz sayfalarına yazılabilecek tek kötü şey, oyun oynarken düşüp kanattığın dizindeki yaranın gözyaşı kıvamındaki on saniyelik feryadıdır. Onu da on saniye sonra unutur oyuna dalarsın yeniden. Eğer öpünce hiçbir merhemin yerini alamayacağı tedaviyi yapabilen bir baban varsa başında...
Eskiden şimdiki cihazlar ve teknoloji olmadığından evladının cinsiyetini doğumhane kapısında öğrenmenin coşkusuyla tadardın Ana Baba olmanın hikmetini. 'Tebrikler! Nur topu gibi bir oğlunuz oldu!'' veya 'Tebrikler! Ay yüzlü bir kızınız oldu!'' derlerdi de bilmem kaç gün kaç gece kutlaması yapılırdı.
Evlat sayesinde ana baba olabilmenin bir anlamı, hazzı ve ağırlığı olurdu. Şimdiyse doktorun talimatıyla yatağa giriyorsun, talimatnameye göre sevişip doktora anlatıyorsun, çıkışta kucağına cinsiyetini önceden kendin belirlemiş olduğun bir yarış atı veriyorlar.
Ağzındaki süt kurumadan götürüp kreşe teslim ediyorsun. Orda palazlanınca okul, dershane, gitar, yüzme, piyano, binicilik vs. gibi virajların ruhsuz kulvarlarında delicesine yarışmalarını izleyip gurur naraları atıyorsun.
Bir oturma odasının içinde ana babayla evlat arasında binlerce kilometrelik uçurumlar oluşuyor. Dinlemiyorsun! Anlamıyorsun! Duymuyorsun! Sadece rahatsız oluyorsun çocuğun Anne!' Baba!' diye zırlamasından'...
Sonra da bir gün 'Ben nerede hata yaptım'' diye soruyorsun içsesinin çaresiz yankısında. Keşkelerin fırtınasında sığınacak bir oyuk ararken 'Zamanı geri döndürebilsem şöyle yapardım böyle yapardım'' diye boş boş itirafnameler diziyorsun pişmanlığın tozlu raflarına.
İşkolikliğin açgözlülükle harmanlandığı çarkın gönüllü dişlileri olarak hiçbir yaşanmışlığa ve öğüde kulak vermeden hedeflerle, bilançolarla, grafiklerle çarçur ediyorsun sabırla sırasını bekleyen ödeşme vaktinin uçsuz bucaksız suskunluğunda çürüyen ömrünü.
Sonra da emekli oluyorsun hayattan. Her gün pencerenin önüne emekleyip geçmişin uzak ufkuna dalıyorsun 'Acaba evladım ziyaretime gelecek mi?'' diye düşünerek...
Bir zamanlar 20 metrekarelik bir oturma odasında, ilgisizliğin uçsuz bucaksız yalnızlığına hapsettiğin çocuk büyüyor. Ve günün birinde karşına dikilip ilk beşindeyken o tertemiz sayfalarına neler yazdıysan yüzüne karşı onu okuyor.
Ne gariptir ki,
Vaktiyle sen onun ilk beşine neler yazdıysan o da senin son beşine ayni şeyi yazıyor...
Çok imla hatası yapıyoruz çok! ve hayatın sayfasına yazılan yazı bir daha asla silinmiyor.
Ya kıracaksın kalemini keşkelerin darağacında, ya yeni sayfalara sevgiyle yazacaksın ömrün son demini...
Alınyazımızdaki imla hatasını düzeltmenin başka yolu yok...