An
Düşündüm az önce günümüz dünyasındaki hayat şeklini, yaşam mücadelesini, koşuşturmayı... Düşündüm gelecek kaygılarını, gelecek kaygılarının getirisini ve götürüsünü, anlık çıkar hesaplarını, geçmişin zarafetindeki huzurlu hayatı...
An... Yani içinde bulunduğum zaman. Neler sıkıştırmalıyım neler?
Görsellikleri kaçırmamalıyım ki bana sanatsever desinler. İşitsel her şeyden haberim olmalı ki; toplum içinde, sevmesem de, nefret de etsem bir müzikten, 'Harika bir eser! Ruhum dinleniyor...' gibi bir yuvarlak lafla kültür sembolü olduğumu anlasınlar.
Bu arada çok da para kazanmalıyım hak ederek ya da etmeyerek ki; zenginliğimle beni üst mevkilere alsınlar.
Ciddi ve vakarlı maskelerimle, bir önceki cümlemi unutturacak kadar tane tane ve aralıklı bilimsel edalarla her konuda konuşmalıyım ki, beni tüm konuların aksakallısı, çok bileni sansınlar.
İşin garibi bunları ben mi istiyorum? İçimdeki, kendini bir şey sanan, başka bir ben mi istiyor? İçimi bu şekle toplum mu yönlendiriyor? Hiç bir şeyim de, çok şey mi görünmek istiyorum? Ya da çok şeyim, ama yorgun muyum?
Fırtına esiyor işte ruhumda. Nedenler birbiri ile restleşip duruyor.
'An' denen sözcük aslında çok mu dar bir alan içeriyor yoksa? Neden insan ruhu bazen henüz yaşamadığı geleceğine yol alıyor? Ya da, neden belki de dedelerinin yaşadığı zamanlara özlemli bir yolculuğa çıkıyor sık sık iç dünyasıyla? Sevgiye, aşka, işe, yemeğe, gezmeye, görmeye, spora, heyecana, hayallere neden yetmiyor anlar? 24 saat günü gün yapmaya yetiyor da, neden insan yaşamının gün olgusuna kâfi gelmiyor artık?
Bir büyük yemek masası geldi şimdi gözümün önüne. Kebaplar, çorbalar, zeytinyağlılar, sebzeler, meyveler, tatlılar, mezeler, etliler her şey mevcut ve o kadar çok ki. Masanın çevresinde lüks sandalyelerde oturanlar, plastik taburelerde yer bulanlar, ayakta duranlar, geride bir sıra daha olanlar, uzakta olup ulaşmaya çabalayanlar... Herkeste bir telaş...
Lüks sandalyelerde oturanlar, yemeklere çok yakın olduklarından ve oburlukla çok yemişler ve şişkinlik yapmış, mayışmışlar. Mutsuzlar...
Plastik taburelerde yer bulanlar ulaşabiliyorlar ve yiyorlar da... Ama lüks sandalyelerdekiler kadar yiyemediklerinden kıskançlar ve onlara kin dolular. Mutsuzlar...
Ayakta duranlarsa uzanabildikleri kadar yiyebilmişler; ama yetmemiş yarı açlar. Mutsuzlar...
Bir sıra geride olanlar doymak için öndekilerin kalkmasını beklemekteler ama kalkan yok; elleri ulaşabildiğince yiyebilmişler ve aç kalmışlar. Mutsuzlar...
Uzakta olup ulaşmaya çabalayanların gözleri kararmış, engelleri aşabilme uğruna önlerine geleni yok etme çabasındalar. Mutsuzlar...
İşte günümüzdeki 'An'!
Sahi; kim mutlu? Kalabalıktaki yalnız başım mı?
Uzaktan bir şarkı geliyor. Çoook eskilerden...
'Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan... Ah Kalamış'tan...'