Arayış

Hava serinlemiş, kızıla çalan sarımsı topraklar üzerine düşmüştü güneşin son ışıkları. O eski çağlarda abalar giyinip sandaletlerle insanların dolaştığı, şimdi kimilerinin peri bacası dediği, uzun sivri kayalıklar arasından baharın tomurcuklandırdığı yeşil, sarı, beyaz kır çiçekleri ile dolu düzlükte ilerlemeye başladı.

Uzakta, kıvrıla kıvrıla tepeyi çıkan asfalt yol üzerinde, yaşlı bir eşeği ve üzerindeki yaşlı köylüyü gördü. Yavaş yavaş tırmanıyordu. Hayvanın burnundan dumanlar çıkıyordu, belli ki yorulmuştu, aynı kendisi gibi, ama o yol yorgunu değildi. Ellerini cebine sokup sağa doğru toprak üzerinde yürümeye devam etti. Bir kayalık önünde durup, ilk ayağını bir taşın üzerine koydu, sonra diğerini, ayaklarının bulabildiği çıkıntılara basarak kayalığa çıkmaya başladı. Sanki kızıl daha bir kızıl olmuş, sarı daha bir kızıla çalmıştı... Güneş batıyordu.
Bir kaç adım daha attı, bir eliyle bir taşı yakaladı, ayağı kaydı tutundu, biraz daha tırmandı, bir kaç metre sonra varacaktı, sol eli ile bir dalı yakaladı, diğeri ile taşa tutundu ve biraz kendini çekerek kayalığın üzerine çıkıp oturdu.
Cebinden küçük şişesini çıkardı, bir yudum viskisinden içti. Karşısında olabildiğince açıklığı ile koskoca bir vadi duruyordu... Göreme'deydi...

Gözlerinin önünden, yolda bir kaç öküzün çektiği, ağır bir yük taşıyan, zaman zaman homurdanan hayvanların zorlanmasını azaltmak icin arkadan iki kadının ittiği tahta bir araba ile bir de köpek geçiyordu. Biraz ileride, bir kaç adam bir kayanın yanında ilkel silahları bellerinde oturmuş konuşuyorlardı. Dillerini anlamıyordu, nece konuştukları önemli değildi. Belki bir avdan, belki bir düşmandan belki de günlük olaylardan konuşuyorlardı kim bilir. Yine de tuhaftır, onlara bir yakın hissetti kendini. Taşa oyulmuş büyük ana mutfak önünde, kadınlar sepetlerle hararetli hararetli birşeyler getirip götürüyor, bazıları taş masalarda malzeme kesiyordu. Bacasından kesif bir duman çıkan fırından, taze yemek kokuları geliyor, vadiyi şöyle bir dolaşıp gidiyor, akşam yemeğinin yaklaştığını haber veriyordu. Çocuklar, ellerinde çalı çırpı ordan oraya koşuşturuyor, oyunlar oynuyor, etrafla hiç ilgilenmeden gülüşüp vakit geçiriyorlardı. Çocuk her zaman çocuk diye geçirdi içinden. Eski, çok eski dönemlere ait bu ufak köyün, eskimiş, yıpranmış, taşlı yollarında, bir eşikte otururken görür gibi oldu onu... İrkildi, bakışları kaydı, karşılaşmak, göz göze gelmek istemezmiş gibi... Korktu... Akşam serinliği vurdu yanağına.

Biraz ilerisinde bir minibüsün homurtusu ve içinde çalan yüksek sesli müzikle sarsıldı. Fotoğraf makinesini çıkarttı yaşlı amcaya doğrulttu. Eşeğin üzerinde gri eski ceketi, içindeki süveteri ve elinde tespihi, çamurlu çarıkları ile tam bir köylü idi. Objektifi çevirip biraz daha yaklaştırdığında yüzündeki derin çizgileri, yılların oyuklarını, ağzının kenarındaki umursamaz keyfi yakaladı... Memnundu hayatından. Deklanşöre bastı... Ölümsüzleşti...
Biraz daha kaydırdı, bu sefer eşeği yakaladı, gözleri ile yorgunluğunun sonunda olduğunu anlatırcasına, sanki poz verir gibi hafifçe kafasını çevirdi, bir iki adım sonra durdu, sanki uzaktan kendisini izler gibi, bir iki saniye öylece kala kaldı, tam adım atacaktı ki bastı deklanşöre, kırmızılı, sarılı, mavili, pembeli süsleri ile o da girdi kareye. Biraz daha viskisinden yudumladı. Güneş kavuşuyor, yavaş yavaş akşamın hüznü ve karanlığı çöküyordu... Artık kızıl maviye çalmıştı...

Az önce toprak evin önünde gördüğünü sandığı kişiyi yine görecekmiş gibi geldi, çok istedi ama öyle olmadı. Bu sefer tepeden tüm toprağı, kırları, çiçekleri, köyü, insanları seyreder buldu kendini. Kıvrıla kıvrıla uçuyor, kâh alçalıp kâh yükselip, bir kaç ağacın dalları arasından geçip, yüksekten, gök mavisi ile güneş sarısı güzellikten, yeşil, pembe, mor çiçekli kırlara doğru pike yapıyordu. Oyuk evler önünde oturmuş kadınlar, zamanın tek rengi kırmızıya boyanmış iplikler, elbiseler, çevrede dolaşan keçiler, koyunlar, eğik aksak yürüyen çiftçiler, yaşlılar. Tombul bulutların arasından, diğer kuşların kanat çırpışları ile beraber aşağıya, köyün üzerine doğru süzülürken gördü onu... Taşlı yolda, elleri arkasinda, sarı, dalgalı saçları havalana havalana, üzgün, düşünceli yürüyordu, içi acıdı... Güneş battı.

Hava kararmış, Göreme'nin ışıkları yanmıştı. Az önce seyrettiği, gördüğü yerler kara, kapkaraydı, ne bir ses, ne bir hareket. Yıildızlar parlak, ışıl ışıl gözükmeye başlamıştı. Hafif bir rüzgâr ile ürperdi. Biraz büzüldü. Battaniyesini yana yaydı, öylece sırt üstü uzandı, gökyüzüne bakmaya başladı. Ellerini başının altına koyup yıldızları saydı... Uzaktan bir baykuş öttüğünde, o, özlediği sevgiliyle olabilmek için çoktan gözlerini kapatmıştı.

25 Nisan 2012 4-5 dakika 8 denemesi var.
Yorumlar