Aşk -1-
"Düşen bir yaprak görürsen, beni hatırla demiştin, biliyorsun seni ben, sonbaharda sevmiştim" ile başlayan duygu yüklü, romantik şarkılar vardı dillerimizde. Ya da "inleyen nağmeler ruhumu sardı..." Yine "sakın bir söz söyleme, yüzüme bakma sakın.." veya da "Love me tender" "Autumn Leaves" "Portofino" yüzlerce, yüzlerce unutulmaz romantik aşk şarkısı bizim dönemimize damgasını vurmuştu. !960'lardan gelen ılık romantik rüzgarlar, o döneme kadar esebilmişlerdi. Şimdi hep birer klasik olarak dinlediğimiz unutulmaz aşk şarkıların çoğu genel olarak o döneme aittiler ve o günlerin romantik atmosferini yansıtıyorlardı. Yani şimdilerin"Kıl oldum abi" li; "Bayıra karşı yatır beni, tırmala beni kaşı beni" li şarkılarına hiç rastlayamazdınız, küfür ve saldırganlığın yer aldığı Eminem rüzgarları esmezdi. Bolca Zeki Müren, Emel Sayın, Elvis, Tom Jones; Barabara Streisand, Frank Sinatra vb. şarkılardı yankılanırdı kulaklarımızda.
Evet şarkılarıyla girdiğim o dönemde yaşadıklarımız sosyolojik olarak nasıl tanımlanabilir bilmiyorum ama, bizler lise çağlarında pembe renkli kutsal aşklara inanırdık. Tabiki büyük şehirlerde, seçkin çevrelerde şüphesiz farklı yaşamlar sürüyordu ama küçük taşra dünyamızda doğal yaşadıklarımız bunlardı. Sevdalarımızın, aşklarımızın pembeliği belki onun gece mavisi gizemi ve kıpkırmızı tutkularından kaynaklanmaktaydı. Çünkü aşk iki küçük yürekte saygı, sevgi, ve emek taşıyan gizemiyle akan küçücük bir çeşmeydi. İnanırdık ki, bu üç bileşkeden biri olmazsa, yaşananlar aşk olmazdı. İşte kutsallığı da burada başlardı. Sevgi yoksa, kupkuru bir saygı ve sonsuz emek neye yarardı ? Peki saygı olmazsa, aşk gel-gitler arasında yok olup gitmez miydi, emek çok bile olsa. Emek olmasa, topraksız, susuz kalmaz mıydı bir fidan gibi büyüyecek olan aşkımız.
Sınıfımızın en güzel kızına büyük sınıflardan bir abi arkadaşlık teklif etmişti. Gözümüz gibi kıskandığımız bacımız ! hemen bize mektubu iletmiş ve bizden icazet istemişti. Biz sınıfın her türlü namus işlerinden sorumlu yiğitleri olarak, ağabeyi bir yerde kıstırmış, her türlü ikna kabiliyetimizi kullanıp, bacımıza doğru dürüst bir arkadaş olma taahhüdünü almıştık. Neler yapıp neler yapmayacağını tespit etmiştik. Örneğin Efkar Tepesi'nde yan yana yürüyebilirler ve çok ufki alanlarda el ele tutuşabilirlerdi. Cüneyt ağabeyimiz gibi anlından öpmek, hele yanaktan öpmek affedilmez bir namus tehlikesiydi. Dudak mı o da ne. Ne dediniz bakayım, hımmm.... aklınızdan bile geçemez, nASLA; nASLA, nASLA. Tabi ki sonuçta evlenme garantisini de almayı unutmamıştık. Yıllar sonra bu arkadaşların evlenip evlenmediklerini bilmiyorum ama, geçen yıl beni okulun "en" lerinden; en duygusal seçmelerinden sonra, dergi çıkaran öğrencilerim bana röportaja gelmişlerdi. Konu aşktı ve ben yukarıdaki olayı anlatınca, yazıcı kızlardan biri güldüğü belli olmasın diye ağzını zorla kapatmaya çalışırken sandalyeden düştü, biri yüzünü mendille kapatıp kendini dışarı zor attı, röportajcının gözlerinden yaşlar geliyordu; kısacası çocuklar gülme krizinden gitmek üzereydiler. Allah tan röportaj erken bitti.
Yaşadıklarımız ve hissettiklerimiz, aşka bakışımız belki yazdığım kadar dramatik değildi ama, bu günkünden oldukça farklıydı. Geçenlerde kafeler sokağında alışveriş yapan bir arkadaş iki öğrencimizin konuşmalarına tanık olduğunu anlattı. Çok iyi giyimli kız öğrencimiz, erkek öğrenciye "oğlum sana kaç kez, söyledim paran yoksa arkadaşlık yok; paran gelince ararsın" diyormuş. Hem de o kadar kişinin içinde, bağıra bağıra. Tabi ki bu marjinal örnektir, geneli temsil etmez. Peki 2-3-4 yıl aynı evi paylaşıp ta, sonuçta evlenen öğrenci sayısı kaçtır sorusunun cevabını arayalım. Bizim dönemin aşklarını abartılı olarak yorumlayalım ve renklerini pembe olarak tasvir edelim, peki bu günkü aşklara ne demeli, hangi renklerle örtüştürebiliriz ? Bunlar kendini ülkesine ve öğrencilerine adamış bir hoca için içinden çıkılması zor sorular.
Aşkı bir de bilimsel bazda inceleyelim. Aşkı laboratuara sokalım bakalım neler gözlemleyeceğiz. Geçenlerde yapılan bir çalışmada aşkın kimyasal bir olgu olduğunu savlayan sonuçlar yayınlandı. Yine tüm zamanlarda yanıt aranan ''Neden aşık oluruz?'' sorusuna İngiliz bilim adamlarından ilginç açıklamalar geldi. Tek eşli memeli türlerinden tarla farelerini inceleyen uzmanlar, beyindeki hipofiz bezinin salgıladığı ''oxytocin'' hormonunun dişileri seks konusunda tetiklediğini, bunun bir duygusal yüklenmeye yol açarak çiftlerin birbirlerine aşık olduklarını iddia ettiler.
Edinburgh Üniversitesi'nden Prof. Leng'in tezi pek de romantik değil. Zira aşk denince ilk akla gelen kırmızı güller, şık bir yemek, dans gibi bilinen ayrıntılarla ilgisi yoktu. Prof. Leng'in ''bilimsel aşkı'' kimyasına dair saptamaları şöyleydi: ''Aşk iksiri kadınların beyninde yer almakaydır. Hipofizin salgıladığı oxytocin hormonunun hiperaktif bir cinsel yaşamı olan tarla farelerinin birbirlerine bağlanmalarına, aşık olmalarına yol açtığını gözledik. Hayvanların çoğu ömür boyu birbirlerine bağlanır. Bunun beyindeki temel bir kimyasal reaksiyondan kaynaklandığını varsaymak şaşırtıcı olmamalı. Bu hormonun tarla farelerinde de çok güçlü etkisini gözlemledik. Dişi ve erkek tarla farelerini bir kafese koyduğunuzda, kolayca dost olabiliyorlar. Dişinin beynine oxytocin enjekte ettiğinizde ise gündeme aşk ve karşılıklı bağlanma geliyor. Bu gözlemlerden yola çıkıp insanların aşkları hakkında fikir yürütebiliriz" diyorlar.
Peki beyin nasıl aşık olabilir sorusuna ise verilen cevap tam bizim dönemimizdekine yakın bir cevap "Bir yerde, bir zamanda ve bir çift gözle...''. Bizde o zamanlar "aşk gözlerde başlar; dudaklarda devam eder, kalplerde güçlenir, yatakta nihayetlenir ve yaklaşık dokuz ay on gün sonra ıngaaa diye seslenir" şeklinde ifade edilen anonimbir özdeyiş vardı.
En son olarak ta, son günlerde okuduğum hayvanlar dünyasından bir aşk örneğini aktarayım. Büyük aşkın geçtiği yer Japonya. Evini yeniden dekore ettirmek isteyen bir Japon bunun için, içeriden bir duvarı yıkmaktadır. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar arasında çukur bir boşluk bulunurmuş. Adam duvarı yıkarken orada, dışardan gelen bir çivinin ayağına battığı için sıkışmış bir kertenkele görür. Adam bunu gördüğünde, kendini kötü hisseder ve aynı zamanda meraklanır da. Çünkü kertenkelenin ayağına çakılmış çivi muhtemelen 10 yıl önce, ev yapılırken çakılmıştır. Nasıl olmuştu da kertenkele bu pozisyonda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yasamayı başarmıştır? Karanlık bir duvar boşluğunda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamak çok zor olmalıdır. Sonra bu kertenkelenin 10 yıldır hiç kıpırdamadan nasıl 10 yıl yaşadığını düşünür. Böylece çalışmayı bırakır ve kertenkeleyi izlemeye baslar, özellikle bu kertenkele yaşayabilmek için nasıl beslenmektedir ve ne yemektedir ? Gizli gözlem süresince birden nereden çıktığını fark edemediği başka bir kertenkele pranga pardon çivi mahkumu kertenkelenin yanına gelir. Hem de ağzında taşıdığı yemekle... İnanılmaz bir olay!!! Adamı sersemletir gördüğü manzara. Bu nasıl bir sevgidir, nasıl bir aşktır ? Ayağı çivilenmiş kertenkele, 10 yıldır, bıkmadan usanmadan diğer kertenkele tarafından beslenmektedir".
Son söz: tanımı, yaklaşım açısı vb. her nasıl ve hangi dönemde olursa olsun olsun aşk yaşanmalıdır, değeri bilinmeli ve yüceltilmelidir. Çünkü aşk bizim yapıtımızdır.
enteresandi ozellikle kertenkele nasil ask ki 10 yil bir civeye mahkum olupta hala ayakta kalmak hakikatten ask ve sevgi insanoglunuda hayatta var eden duyguda bu cok guzel begenerek okudum saygilarimla....
Mükemmel bir anlatım, an geliyor gülümsetiyor, an geliyor hüzünlendiriyor bu kalem, yani insan olarak her duyguyu yaşatabiliyor anlatımında.
Çok beğeniyorum bu kalemin öykülerini, ve şiirlerini. Tebrikler hocam..😙😙😙