Avni Çakar Şiir(ler)inin Bendeki Yansımaları
Avni Çakar adına, sanat-edebiyat dergilerinde rastlayamazsınız. Oralara yollasaydı şiirlerini, Edebiyat Tîranlığı’nın köşebaşlarını tutmuş dergilerin dışındakilerde rahatlıkla yayımlanırdı bence. Gelgörelim, Avni, hevâ ve heveslerinden öylesine arınmış, öylesine halkça (halkça sözcüğü buraya oturdu mu, kestiremedim; halkımızın hırsı, çoğunca, yeteneğinin birkaç adım önünde gidiyor da!) yaşayan biri ki; tanısanız onu, "Allah Allah, böyle insanlardan kaldı mı ki günümüzde" demekten alamazsınız kendinizi.
Ezcümlesiyle: Zarfıyla mazrufunun örtüştüğü ender şairlerden, soyu tükenmeye yüz tutmuş "İnsan-Şair"lerden biridir, Avni Çakar. ("Salt şiirci"lere inat, şunu diyeceğim: "Şair-İnsan" olmaktan sonsuz kat daha kıymetlidir, "İnsan-Şair" olabilmek. Dahası, kalabilmek). Vurgulayalım: Aristotelesçi bağlamıyla, bir "zoon-politikon" değil, kendisinden bahsettiğim; tinselliğini yadsımayan, yadsımak da ne, en az estetik duruşu derecesinde kıymetlendiren bir Şair-Özne.
Bu faslı bırakıyorum. Yıkama-yağlamacı değilim ben. Geçiyorum. Dizeler(i) konuşsun, dizeler(iy)le konuşalım.
1.
“Her şey silinir bir gün
Masmavi kesilir her yer
Sen çıkagelmezsin,
Ben ölebilmem…”
(En Güzel İtiraf başlıklı şiirden)
Avni’nin şiir havzasında, “yalın söyleyiş durakları” var sürekli. O, “söyleyeceğimi öyle bir söyleyeyim ki, herkes apışıp kalsın!” derdinde değil hiç. Su içercesine, soluklanırcasına yazar şiirini. Yazmaktan çok, söyler sanki. Bana kalırsa, iyi şiir, “yazıldığında”, olsa olsa “silkeler” insanı. Gelgelelim, söylendiğinde “sarsar”, daha ileri gider, çarpar bile.
“Her şey silinir bir gün
Masmavi kesilir her yer"
İlk bakışta, biz ortalama insanlar, hepimiz böyle diyebilirmişiz gibi duruyor dizeler. Değil işte, diyemeyiz! Diyalektiğin en temel yasalarından biridir: “Nicel birikimlerin nitel patlaması”. Bu yasa, çıplak hayatta olduğu gibi, şiirde de tıkır tıkır işliyor. Avni’nin şu iki dizesi, bu yasanın şiirde (de) işlediğinin somut göstergelerinden biri:
“Sen çıkagelmezsin,
Ben ölebilmem…”
2.
“Ağaç oldu fidanın, ister yaslan, soluklan
İster çoban ateşi, sabahın ayazına...”
(Gölge Varsa başlıklı şiirden)
Biliyoruz: Şiirdeki fidan, yaşamdaki fidandan daha gerçek. Kurmaca olmasına karşın öyle. Ben, birçok keskin marksistin tersine, Platonsever biriyim. Onun “en yüksek iyi ideası”sının, yerküredeki cümle “reel iyi”lerin toplamından daha sâhici olduğunu düşünüyorum. İnsan tekleri tarafından yaşan(a)masa da, en azından “özlemsel düşünüş” olarak, muazzam bir doruktur orası. Erişilmezliğiyle de büyüleyici. Avni’nin artık ağaçlaşmış fidanının gövdesinde saklanmış, Platonvâri bir imgesellik olduğunu sezinliyorum, hissediyorum. O şiirleş(tiril)miş ağaca yaslandığımızda, o şiirleş(tiril)miş ağacın gölgesinde soluklandığımızda; emînim ki, bir doğa ağacıyla temâsımızdan daha kuşatıcı, daha bütüncül bir “katharsis” ("içsel arınma") yaşayacağız. Aşkınlaşarak yaşayacağız hem de.
3.
“(Unutmayı ezberledik küçük – mutlu yüz çizgilerini.
Yalnızlığı giydik bedenimize. İnsan seven aklımıza
‘hiç kimsesiz’ gelecekler dayattık. Evreni sığdırdığımız
o mangal yüreklerimize küçücük bir kıvılcım sıçrar diye
ölüm gibi ürperdik. Dünyayı değirmen edip, her sabah
yeniden kuşandığımız kargılarımızı ‘soyağacımız’ a dayadık,
uyuduk… Düşlerimizde bir dala asılı gördük kendimizi.
Uyandık, boğazımızda ip izleri vardı ve büyüklerimiz her sabah
kargımızın bıçağını bilediler biz dışarı çıkmadan.)”
(Yaşadım Diyebilmek İçin şiirinden)
Düzyazısal biçimli bir şiirsel deneyiş. Yalnız, pürdikkat incelerseniz, şiirsel’e biçemce (de) erişildiğini göreceksiniz: (Modernistliğe özenmeyen, modern bir atılım var burada, dokunarak geçiyorum.) Demek oluyor ki: her yönüyle vasatlıktan kırılan yığınların, şiiri, alt alta dizdirilmiş “cümle cesetleri” diye düşünmelerinin bir karşılığı yokmuş şiirde.
Şiir, hükmünü sürdürüyor: Anlamsallığını, çok-katlı çağrışımlarının gölgesinde sürükleyerek. Eğilmiş de bir uçuruma, o uçurumdan yansıyanları derliyor-toparlıyor sanki Şair. "Uçurumu hayat" elbette!
4.
“ ‘Dışarıda insanlar
ve sokaklarda melekler aradım’ ben de, doğruya doğru.
Masmavi geceyarılarında yastıklara emanet bırakıp bölünmüş düşlerimi
Ateşböceği aşklarıyla koştum sabahçı kahvelerinin otuz mumluk ampullerine.”
(İşte Bu İtirafımdır, Şarkılara Sığıntı şiirinden)
Bu şiirinin tamamı için yazdığım bir değerlendirmede dediklerimin bir bölüğünü aktarıyorum buraya: Avni, kurulu-düzenlerin hiçbirinin karşısında hazırola geçmemiş vaktizamanında; onların kof-romantik sözlerle cilâlanmış "şair müsveddeleri”ne mi minnet edecek şimdi, hem de gemlenemez-zincirlenemez duyarlığıyla? Bu lâvlar fışkırtan yanardağlar silsilesi şiirler(iy)le? Bu etik ve estetik zarâfetlerin birbirlerine sarmaşdolaş olduğu imgelerle mi? Her sözcüğünden demiyorum bakın, her hecesinden de demiyorum, her harfinden “firâri bir yıldız sıçratan” mecazlarla mı?
5.
“II
takvimler saydım, söylemiş miydim
gecikmişsin tam dört uykusuz zemheri, bir ıssız defter
“zaman sensin” diyeceğim, buna iznim yok
can törpümü yavaşlattı gülüşün”
(Gün Doğuran şiirinden)
Çok yerde dedim: Şiirin kapalısını da, açığını da sevdim, şiir şiirse. Kapalı yâhut açık olmak, şiirin şiirliğine fazladan bir şey katmadığı gibi, şiirin şiirliğinden bir şey de götürmez. Ancak, çok kapalı şiirlerin elitizmi, çok açık şiirlerinse popülizmi dâvet ettikleri de bir gerçek. Avni’nin şiirinde bu bıçak sırtı durum öyle bir ustalıkla hâlledilmiş ki, imrenmeden edemezsiniz. Yukarıdaki dörtlük, bunun en bâriz örneklerinden sâdece biri. Kısacası: Avni, kapalı da değil açık da. Öte yandan, hem kapalı, hem açık. Kolay değil, bu ölçüyü tutturabilmek.
6.
“o hep beklemiş kimsesizi ara, çoğal
o ıssız bedene sarıl, ısın
o cılız sesi dinle, gürleş
o derin kuyuya eğil, genişle
o titrek ışığa yüz çevir, yıkan gözyaşınla
(…)
sen kül giyinmekte inat ettikçe”
(Yangın Sonrası şiirinden)
Ne kadar çok “o” zamiri var ve bir teki bile yadırgatmıyor kendini. Aksine, gürleşiyor şiir, özgür bir karakter ediniyor kendine. Zorlamasız, özgürlüğünü çoğullaştırarak genişleyen bir şiir hareketidir gündemde: Sarıp-sarmalayıcı, mıknatıs gibi de iletken.
7.
“baştan sona ürpertiydi uykumuz
sabahın ısırgan dalları dolanırdı ayaklarımıza
akşam üstleri havadar düşlerimizi özler
herkesten çok kendimizden kaçırırdık yüreğimizi
hiç bir babanın kokmadığı kadar yabancı, uzak
unutabildin mi vişne dalındaki kan damlasını
babaanne duaları mı yatıştırdı can acını
kelebek kanatların sarhoş fırtınaya yenik
işlediğin her nakışta daha sıkı sarılmalar
ne yapsan, yaşamaya itiyordu ilkgençliğin
silivri: düşüp tohuma durduğun toprak
onarabildin mi ağzındaki yırtılmış kahkahanı”
(Ablama adlı şiirin tümü)
Başka türlü olmazdı, hepsini alıntıladım. Şiirin neresini alsam, geri kalan yanları çöküyordu çünkü. Her sözcük, her duygu-birim, her yaşanmışlık, birbirinin içine öylesine geçmiş ki! Avni, bana bu şiirin art alanındaki yaşam gerçekliğini de anlattı. Sezdiklerimden daha fazlası değildi. Bu yüzden de, onun bu şiirinin gücüne daha bir sadâkat besledim. Yanılabilirim ama hikâyesi anlatıldıktan sonra, “şiiri şimdi daha iyi anladım” diyorsanız; mutlaka bir sorun vardır, ya sizde, ya da (daha kötüsü) şiirde. Avni’nin ablasına adadığı bu şiirdeki yaşanmışlık, kendini şiirin ardında tutma becerisini gösterebiliyordu. Becerinin böylesi, her şaire kısmet olmaz!
8.
“ben nice bir günahı giyindim ki ey derviş
alazı bu dünyada sarılmakta cismime
için ki her ikindi yüzüm al görünür”
(Kül Olmaya Razı Beyit başlıklı şiirin tümü)
Bu şiir için de, daha önce demişim diyeceğimi: "Kül Olmaya Razı Beyit: Ben, mazlûmiyetle, mazlûmiyetten mülhem olduğu bu derece kesin bir teslimiyetle yoğrulmuş, çok az şiir başlığı biliyorum."
Ve sanki böyle veyâ buna yakın bir "yanmak"la söyledikten sonra, şair(ler), gırtlakları dokuz düğüm, orada kalsalar yâhut gidip bir "susmak dergâhı"n(d)a ilânihâye konaklasalar bile, "dünya cehennemi’nin zebânileri"ne rest çekme görevlerini yerine getirmiş olurlar.
Mazlum olan’ın teslim olarak rest çekmesi: İlginç ve çelişik gelebilir herkese. Değil! Herkese gelse de, şair(ler)e gelmez.
Gene de, her şair için geçerli değil, bu dediklerim. Avni Çakar gibi, üç dizeye iki dünya sığdıranlar için geçerli.
9.
“sevdamın sevdanda karşılığı yok
sesinden başka
yaralanıyorum”
(Sesinden Başka şiirinden)
İlhan Berk, “yaşasaydım yazar mıydım” demişti, bir keresinde. Şiirinin bir dönemini çok sevdiğim Alâaddin Soykan da yaşa(ya)madıklarını yazdığını söyler dururdu. Avni’nin bu üçlüğünde de benzer bir duygu-durumla karşı karşıyayız. O da, “sevdamın sevdanda karşılığı yok” diyor. Ancak, gene de şanslı öteki şairlere oranla: “sesinden başka” demiş çünkü, bir alt dizede. Hiç değilse, sevgilisinin sesinin bir yankısı olmuş, “yaralansa” da!
10.
“şakağımda
müntehir bir sancı
eskimiş yüzün”
(Hasret Giderdik şiirinden)
O sancı, müntehirdir müntehir olmasına; ama şiire girdikten sonra, şiiri giyindikten sonra, baştan ayağa, dünyanın insan soyuna yakışmaz pisliklerini protestoya da bürünmüştür artık: üç küçücük mısrâyla!
11.
“III.
selamı sabahı kesti seni benimle bilenler
yatılı okulun ilk akşamında kalakaldım
sen beni nasıl estiyse öyle sevdin ya, kabul
giderken rüzgarını da alsaydın ya yanına
bu kadar hızlı bozulmazdı gözlerim
bu kadar görünmezdi kamburum
her şarkı bir başka çökmezdi yüreğime
yere yere bakmazdım yürürken
sonra
cayır cayır gözyaşları avucumda”
(Sonra şiirinden)
Senfonik müzik tınılarıyla yüklü bir şiir. Yalım yalım yakıcı. “Mutsuz sonlu aşklar”ın ("Mutlu aşk yoktur"- Neruda) ne kadar acısı varsa, bir kıymıcığını dahi dışarıda bırakmaksızın can havliyle sırtlanmış. Bir şiirimde, “herkes kendi karanlığını yaşar yalnızca/ şair herkesin” dediğimi hatırladım şimdi, acımtırak bir ürpertiyle. Bakmayın siz, Avni’nin burada şiiri kendi “ben”iyle sürükler görünmesine. İşin özü o değil. İyi şairler, “ben” derken de “herkes”i kastederler. Şiirlerinin özdenlikleri, başka türlüsünü kaldıramaz ki!
12.
“yaşlanmışım
dünyayla derdim yok sevdadan gayrı
yeminler olsun bu beden fazla bana
bu yokluk fazla”
(Son Sayfa şiirinden)
Bu şiiri okur-okumaz, şu cümlelerle konuşurken yakalamıştım kendimi: Şiirin şiirden çok fazla bir şey olduğunu, bu derece derinden hissettirebilen, çok az şiir okudum hayatımda.
Ne diyecektim daha? Yetmez mi?
Teşekkürler ve hürmetler bir arada Durali Bey, sayenizde bir yıldız daha tanıdım, takibinizdeyim...