Başımıza örülen çorap

Kaç kez daha söylenmeli, şu çorabın baştan çıkarılıp ayağa giyilmesi gereği. Bir masal nereye kadar masaldır, ya da bir roman nereye kadar roman, bir resim, bir ezgi nereye kadar kendi içeriğini sunar, ama altında saklı duranı bizim çıkarmamızı ister.

Birileriyse boş durmayıp, tutup, bizi görmek istedikleri bir biçime sokabilmek için, görmemizi istedikleriyle, insan şablonları ortaya çıkarırlar bunlardan. Bu şablonlar öyle özendiricidir ki, onlar gibi olmayı istememek de bizim elimizde değildir. Çünkü insanda var olan ?ün ve unvan' dürtüsü, işlerlik kazanabilmek için bir modele gereksinim duyar. Bu bir meslek de olabilir bir yaşama biçimi de... Böylelikle o biçimlerden biri, bizlerden birinde kimlik bulur. Bize düşense bu haliyle çok kolaydır; o masaldan, romandan, ezgiden ya da resimden alıntı yapılana baş geçirmemizdir; çünkü bunlar, artık bizim için örülmüş çoraplardır.

Söylenmek istenileni biraz daha açımlamak gerekirse; şöyle denebilir: diyelim, bir roman sinemaya aktarılıyor -ki buna dair birçok yapım var- bunu oluşturacak kişiler malum: bir senarist, bir kurgu tasarımcı ve bir yönetmendir aslolanıyla...

Romanı diledikleri gibi göz önüne getirmek onlara kalmıştır artık. İzleyici yalnızca, romanın, o kişilerin (senarist, yönetmen vd..) muhayyilesinde, düş dünyasında uyandırdığı halini görecektir.

Senarist ya da yönetmen, romanın geçtiği yeri kendi imge dünyasına göre aktaracaktır. Onlara göre romanın en can alıcı sahnesi, diğer karelere oranla daha hoş çekilerek zihinlere kazınması hedeflenecektir.

Filmin müziği, izleyicinin psikolojisinin şaha kalkmasının istenildiği sahneye göre düzenlenecektir.

Velhasıl roman, onların anlama yetilerine, yaşama bakış açılarına ya da iç dünyalarındaki duyuş durumuna göre sergilenecektir. İşte bizim başımıza örülen çoraplarımız gibi.

1970'li yıllarla televizyonun yaşamımıza girmesi, hızla artan bir yoğunlukla insanlarımızca izlenir olması, ticarethanelerin çok kanallı o kutunun içine girivermesi bizim başımıza örülen çorapların da miladı oluverdi.

Neyimizin onlarca sonlandırıldığını soracak olursanız o da malum: bizim olan imge dünyamızın, ufkumuzun genişlemesi sonlandı. Kalıbımıza, durumumuza, yaşama koşullarımıza uygun hayal etmeyi pek umursamıyor, hayalimizi televizyon karşısında ?görmek' istiyoruz; çünkü bu, bizim için en kolay yan, yaşam alanlarından kalan.

Onun içinden yayılan hayallerin, bizi kuşatmasını seviyoruz; onları, kendi hayalimiz olarak algılıyor ve o doğrultuda kendimizi yoruyoruz. Bizi, biz eden kavramları, kültürü, ilişkileri de askıya alıp, onları televizyonda sunulanlara göre değerlendirerek yaşamımıza dahil ediyor ya da yaşamımızdan dışlıyoruz. Örneğin, TRT'de yayımlanan ?Western-Kovboy' filmlerinin 80'li yıllarda yayımlanan örneklerine bakacak olursanız; bu dönem içinde yaşamamızın kötü ve düşman insan hanelerine koyduğumuz ?Kızılderililerle' bugünkü zamanda bize yeniden sunulan film örneklerinde o Kızılderililerin bir hareketle yerinin değişip dost hanelerimize giriverdiğini göreceksiniz.

Bize gösterilene göre davranmayı çok sevmişiz anlayacağınız. O zamanlar ?Kızılderililerin' çok vahşice yok edildiği düşüncesine kulaklarımızı tıkamışız, çünkü onlar düşman!..

Araştırmak gibi bir niyetimiz de ?imge dünyamızı televizyona tutsak kılışımızdan' hiç olmamış; araştıranlara da kulak tıkamayı görev saymışız; çünkü ?okumak eylemi', yerine ?görmek eylemi' daha kolayımıza geliverir olmuş.

Görerek, izleyerek günlerimizi geçiriyor ve akıllarımızı uyuşturuyoruz. ?Beyin kaslarımız' öylesine güçsüz ki, anlamak yetimizi yitirmişiz. Ne yitirdiklerimizin ne de bize dayatılanların ayrımına varabiliyoruz.

Ne bir şiirdeki dünyayı ne de bir öyküdeki yaşam parçacıklarını kavrıyoruz. ?Bunlar, öylesine zor metinler ki,? diyoruz, ?uğraşamam, vaktim yok? diyor geçiştiriyoruz. İşte başımıza örülen çoraplara baş verişimiz böylece sür-git boyutuna eriveriyor.

Günlerimiz yenilense de anlayışımız yenileşmediğinden bu durum hâlâ zinde; çünkü taze kan damarlarımızı da kesip atmış durumdayız.

Kültürümüz, alabildiğine yozlaşmaya yüz tutmuş sayemizde. Kültür-Sanat, yalnızca bir zümrenin tekelinde kalmış; topluma yayılamıyor. Toplum da gerçek kültürü ve sanatı birbirinden ayırt edecek durumdan uzaklaşmış. Birileri çıkıp ?sözde- kültür-sanat etkinliği düzenlemeye çabalıyor; ?halk, ne isterse onu vereyim de gönüllerinde yerim olsun istiyor?, aynı çorabı başımıza bir de o geçiriyor. Kolay kolay ne gerçek sanatçı sanatını anlatabiliyor ne de toplum onu anlayabiliyor...

Başımız öyle bir belaya sarılı ki; kitapçılara bir dokunuyoruz bin ah işitiyoruz... Adamakıllı kitapların satılmadığından; TV yapımlarında boy vermiş kişilerin yapıtlarının, internette postalar arası mekik dokuyan öykülerin kitap haline gelmiş biçimlerinin çok satıldığından dert yanıyor...

Daha ne mi olsun: birileri, okuyacağımız kitaba bile TV aracılığıyla ?çok satanlar şunlardı, şu yazar şöyle dedi' gibisinden değişik biçimlerde müdahalede bulunuyor. Bir masal, bir roman, bir öykü, şiir, ezgi, dilediği biçimde kendini duyuramıyor. Okunduğunda bizde uyandıracağı etkiye, sorgulamaya, kimliğe, tartışmaya kavuşamıyor. Okumuyor ve okutmuyoruz. Baştaki çorapla kara kara düşünüyoruz.

Eylem dahilinde olmayan hangi düşünce işe yaramıştır ki?
Önce o çorapları ayağa alıp, onunla yürümeyi öğrenmeliyiz düşünmeyi değil. Onların sunduklarını kabullenmek yerine ayağa alıp varmak istediğimiz yeri belirlemeliyiz. Ayakta olunca bizi nereye götürdüğünü görmek daha hoşa gidecektir. Kendi dünyamızı kendimiz biçimlendiririz o zaman. Okunan kitaptaki her kareyi kendi hayal dünyamızda dilediğimizce canlandırırız. Bize göre kim iyi, kötü; kim haklı, haksız daha iyi anlarız.

19 Haziran 2009 5-6 dakika 23 denemesi var.
Yorumlar