Benim En Masum Yanım Çocuklarım
Kimse anlamadı onu, haklılardı aslında, anlamak zordu... İki sene önce, henüz üçüncü sınıftayken ben de anlayamıyordum. Ne tuhaf çocuktu ama... Tombuldu yaşıtlarına göre ve temiz görünmüyordu. Açıkça söylemek gerekirse burnunda sümüğü eksik olmazdı. Dersin ortasında 'pat' diye açardı kapıyı, bütün öğretmenler isyan ederdi ben de dahil... Sınıfta öğle yemeği yerken biz, o sürekli gezinirdi kedi gibi. Kapıyı açıp: ' Çay getirim mi örtmenim?' diye sorduğunda anlardık, karnı tam olarak doymamış, bizim mamalara göz dikmişti. 'Getir hadi' der, yediklerimizden ayırıp verirdik.
O, dördüncü sınıfa giderken içime bir korku saplanmıştı. Önümüzdeki sene ben bu çocuğun derslerine girecektim. Sınıfta her daim huzursuzluk çıkaran, günlük sopasını yemediği takdirde kendisinde bir eksiklik fark eden bu çocukla ben nasıl başa çıkardım ki? Düşünceliydim, mutsuzdum, sırf onun için ? her gün korkutulmam ve her saniye adının zikredilmesi de cabası- tayin isteyip okuldan ayrılmayı düşünüyordum. Şu ana kadar isteyip de yola getiremediğim öğrenci olmamasına rağmen ona karşı çok karamsardım.
Yazın tayin istedim, hizmet puanım düşük olduğu için merkez okullarına yaptığım tercihlerime yerleşemedim. Beşinci sınıf olmuşlardı ve ben haftada altı saat derslerine girecektim. Onu düşündüm... Arkadaşlarıyla kavga etmeyi oyun zanneden, dayaktan başka hiçbir laftan anlamayan bu çocukla nasıl baş edecektim? İlk dersimdeki heyecanım ve nasıl davranacağımı kestirememekten kaynaklanan huzursuzluk görülmeye değerdi. Onunla her göz göze gelişimizde gözlerimi kaçırmaya çalışıyordum. Beni süzüyordu, muhtemelen 'nasıl çıldırtırım bu kadını acaba' diye düşünüp zaafımı yakalamaya çalışıyordu. Herkesin göz ardı ettiği bir durum vardı, ben bunu biliyordum. Çocuklar akıllıdır. Özellikle konu ' öğretmeni çıldırtmak' olduğunda zekasını en üst düzeyde kullanmayı bilirler. İlk dersimde hiç konuşmadı, hep çevresine baktı. Ona bakmamaya çalışsam da, görüş alanıma girmişti bir kere, oturması, kalkması, bakması... Hayatıyla ilgili bir ipucu yakalamalıydım. Her sene aynı düşünceler yerleşirdi beynime ama bir türlü yapamazdım: 'Göreceksiniz arkadaşlar, bu sene ilk kez gireceğim sınıfta çok sert öğretmen imajı sergileyeceğim. Yılanın başını küçükken ezeceksin değil mi ya? Korkarlarsa dersime daha iyi çalışırlar ben de hiçbir sorunla karşılaşmam...' Bazen söylersin, kabul edersin kendince ama uygulamaya gelince sıra, bir şeyler sana bütün sözleri unutturur. İşte ben de o ilk derste, onların minik bedenlerine, tedirgin bakışlarına baktığımda uçup gider hafızamdan kendime verdiğim sözler, yapamam...
O ilk ders çok zevkliydi. Tanıştık, konuştuk ve onlara dedim ki: ' Eğer beni üzmezseniz, düzenli olarak ödevlerinizi yapar, hakaretten, kavgadan, yalandan uzak durursanız çok zevkli dersler geçiririz ve ben sizi çok severim. Aksi takdirde saatler size kabus olur.' Tam bu sözü söylediğimde ne kadar gözlerimi kaçırmaya çalışsam da, son anda yakalandım onun bakışlarına. Bakışında şöyle bir ima vardı: 'Ey hoca, sen onu benim külâhıma anlat. Sende hiç öyle hayatı kabusa dönüştürecek cadı görünüşü yok. Çok çektireceğim sana emin ol...' Aklından geçenleri okuduğumu hissetmiş olmalı, uzun süre gözlerimizi birbirinden ayıramadık, zil çaldı, ona göz kırpıp çıktım sınıftan.
Günler geçti, o tam da beklediğim gibi sınıfta dolaşmaya, arkadaşlarına sataşmaya başlamıştı. Bazen hiç oralı olmuyordum, bazen ters ters bakıyordum. Hemen yerine oturuyordu kızdığımı fark edince... Bir gün derse girdiğimde bir baktım ki, arkadaşını dövüp ağlatmış. Sinirlendim, bir ceza verilmeliydi kesinlikle. Yanına gittim, sinirimden titremeye başladım. 'Sen ne yaptığını sanıyorsun? Yeter artık' deyip üzerine yürüdüm ama baktı yine bana. Gözleri çok güzeldi, tombul yanakları ayrı bir sevimlilik katıyordu ona. Gözlerimi ayırdım, bir hışımla arkamı döndüm, ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. Sonra belli belirsiz bir ses duydum, onun sesiydi : ' Dövmeyecek misiniz? Hadi dövün, ben eskiden böyle yapsaydım filanca öğretmen kemiklerimi kırardı. Hak ettim hadi dövün.' Onun sözleriyle kafamdan aşağı kaynar sular boşaldı sanki... Nasıl alışmış dayağa ki tek cezanın fiziksel darbe olduğunu sanmakta... 'Çık bakayım sen dışarı, bekle beni, geliyorum' dedim. Çıktı, az sonra diğer öğrencileri ödevlendirip gittim yanına...
Mahcuptu, sürekli yere bakıyordu. Ben ise ne diyeceğimi kestiremiyordum. Sonra başladım konuşmaya bir anlık cesaretle: ' Oğlum, ben yanına geldim, sinirliydim ama ne olursa olsun seni dövmeyecektim. Zaten insan dövülmez, insanla konuşulur. İnsanlar konuşa konuşa hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlarmış değil mi? Ben sadece senin neden böyle davrandığını merak ediyorum. ' Örtmenim eğer ben insan olsaydım babam ve dedem beni her gün sopayla dövmezlerdi. Beni hiç kimse sevmiyor ki...' ' Öyle söyleme, seviyorlardır elbet. Baksana ne tatlı çocuksun, ben sana bundan sonra 'Tosun paşa' diyeceğim kabul edersen bu isim sana çok yakışır. Hem tosun gibi sevimli hem de paşa gibi heybetlisin maşallah... Gülümsedi, yine yüzüme baktı... Bu çocuk ne zaman yüzüme baksa gözlerinden 'sevgisizliği' okuyordum...
Sonra teneffüslerde arkadaşlarına sataşan, cam kıran çocuk yanımdan hiç ayrılmaz oldu. Onunla konuşuyor, değerli olduğunu hissettiriyor, saçlarını okşuyordum. Hatta asla okul kıyafeti giymeyen çocuk, bir gün baktım, tertemiz yeni kıyafetler almış, nihayet 'öğrenci' gibi olmuştu. ' Boşuna uğraşıyorsun Seda Hocam o çocuk değişmez' diyenler de oldu, dışı seni içi beni yakar yine ne planlar yapıyordur kim bilir diye düşünenler de... Ama ben pes etmek niyetinde değildim, özellikle zafere bu denli yaklaşmışken...
Derslerde huzur bozan bir numaralı öğrenciyken şimdi konuşanları susturmaya çalışan bir çocuk olmuştu. Ona baktıkça içimin bir yerlerinde acı saplanıyor, çabalarımın yetersiz olduğunu görüyordum çünkü bir tek bana karşı iyiydi, ben olmadığım zaman yine aynı davranması kaçınılmazdı çünkü onu benim kadar denetleyen, anlatan, sorgulayan kimse yoktu... Her zaman benim her yerde gözüm olduğunu, her hareketini takip ettiğimi söylüyordum, inanmıyordu ama inanmış gibi yapıp, ' söz, uslu olacağım' diyordu.
Dün derste: 'Haydi çocuklar, Pazar günü anneler günü, onlar için mektup yazın ki sevinsinler' dediğimde çocukların hepsi çok sevindi, o hariç... Yüzünü astı, içine gömüldü. Derin düşüncelere dalmıştı, anlayabiliyordum. Çocukların hepsi renkli kağıtlar çıkarıp mektup yazmaya, resimler yapmaya başlamışlardı ama o uzun süre boş boş durdu. Sonra yüzünde bir gülümseme belirdi, defterinden bir sayfa kopardı ve başladı yazmaya...
Ders sonunda çocuklar yazdıklarını çantalarına koyarken o geldi yanıma, kağıdı bana uzattı. 'Napıyorsun oğlum, bunu annene vereceksin' dediğimde gözleri yaşardı... Annem burada değil öğretmenim, çalışmaya gitti, üç aydır yok. Daha da gelmeyecek. Onun yerine siz varsınız, ben de size yazdım...'
Bazı anlar vardır ki, ne yapacağını bilemez insan, donar kalır. Tüm sözler değerini yitirir, kalbinde bir acı çöreklenir, gözyaşları birikir gözpınarlarında ama akmak ile akmamak arasında bocalar. İşte öyle bir anı yaşarken, öptüm yanağından. 'Sizi çok seviyorum, anneler gününüz kutlu olsun' dediğinde ise sarıldım sıkıca, gözümden yaşların nasıl aktığını anlamadan...
Bazı çocuklar şanssız doğuyorlar, sevgisiz, emeksiz, kendi hallerinde büyürken tutunacak bir dal arıyorlar, koşulsuzca sevecek birini, dayak yerine sevgiyle eğitecek sıcak bir yüreği... O ve onlarcası benim kalbimin melekleri... Eğer bir köy okulunda öğretmenseniz ve sevgi deryasında yüzüyorsa kalbiniz, görürsünüz ki sizin sadece bir değil, iki değil onlarca çocuğunuz var... Onlar ki masumiyeti saklar kalbimizde... Hele ki feri sönmüş bakışlarına tekrar yerleştirirseniz aydınlığı, sizi bundan daha mutlu kılacak başka bir şey bulamazsınız...
Kalbinde 'çocuk' masumiyeti saklayan tüm kadınların ve bütün annelerin Anneler Günü'nü kutluyorum...
Mimarlar ile mühendisler yapı oluştururlar ve binalar inşa ederler öğretmenler hele de sizin gibi mesleğine âşık, mesleği, vatanı için yüreğini ortaya koyan öğretmenlerse sıfırdan insan kişiliğini ve ruhunu inşa ederler, olgunlaşmasını sağlarlar ben inanıyorum ki ikincisi yani öğretmenlerin ki daha zordur. Mimarlığın, mühendisliğin kuralları bellidir ve karşınızda cansız varlıklar vardır, oysa insan varlığı kişiliği öyle mi? Dünya da ne kadar sayıda insan varsa o kadar değişik de onların sahip olduğu farklı karakterler vardır. İşte o çocuk anne sıcaklığını siz de sağlam karakterli bir öğretmen de görmüş ki o mektubu size vermiş ne mutlu size? Çok beğendim bu yazınızı umalım ki bir çok meslektaşınız da okumuş olsun ve bizler de tabi kendimize pay çıkaralım insan ilişkileri konusunda. Gönülden tebrikler Seda öğretmenim.👍🤐👍
Öğretmenlik, insan yetiştirme sanatıdır Ahmet Bey, hayat kavgası, ders işleme endişesi bazen "eğitim"den çok "öğretim"i ön plana çıkarsa da mühim olan onları, çocuklarımızı sevmektir...
Ne güzel yazmışsınız, çok duygulandım...
Daimi sevgi ve saygımla...
Vakti gelmişken "annelerimizin" gününü tekrardan içtenlikle kutluyorum. Yalnız bir gün değil, her gün önemlidir anneler...
👑