Beton ve Ekran Arasında Çürüyen İnsanlık

Zamanın derinliklerinden gelen o şarkıları, toprakla uyum içinde dans eden ellerimizi, rüzgarın usul usul fısıldadığı umutlarımızı unutmuş gibiyiz. Eskiden insanlık, doğayla bütünleşerek yaşamın döngüsünü anlamlandırmış, ancak bir noktada kendi öz suyundan uzaklaşarak, farkında olmadan kendimizin temelini oluşturan bu kadim bağları yitirdik. Şimdi, beton duvarlar arasında alkışlarla ödediğimiz bu uzaklaşmanın bedelini yaşamaya devam ediyoruz.

Yaşam, bir ağacın köklerinden dallarına uzanan sessiz, akıcı bir yolculuk gibidir; ölüm ise o ağacın toprağa geri dönen yapraklarıdır. Fakat bugün, insan kendi elleriyle ördüğü bir ağda sıkışıp kalmış durumda. İyilik ve kötülüğün, umut ve çaresizliğin birbirine dolandığı bir labirentte, artık ne doğanın sunduğu tazeliği ne de yaşamın özünü hissedebiliyoruz. Betonarme yükseltiler ve dijital zincirler, yaşamın asıl kaynağı olan toprak ve ağaçlardan uzaklaştırdı bizi.

Kapital sistemin getirdiği modern düzen, insanın doğasından kopuşunun sembolü haline geldi. Önceleri hayatta kalma içgüdüsüyle doğayı ehlileştiren, ateşi keşfeden, tarımı kuran atalarımız; bugün beton bloklar arasında kaybolmuş, ruhumuzu ve kalbimizi dağlayan dijital ekranların hükmüne boyun eğiyor. Artık, bankaların kredi onayı için dualar eder gibi, alışveriş merkezlerinin LED ışıkları altında tapınmaya çalışıyoruz. Tanrılar yerini hisse senetlerine, mutluluk yerini ise teknolojik tüketimin getirdiği kısa vadeli tatmine bırakmış durumda.

Günümüz kentlerini incelediğimizde, her gökdelen insan aklının bir zaferi gibi yükselirken, altında yatan gerçek; toprağın, doğanın sessiz çığlığı oluyor. Ormanlar kesiliyor, nehirler kirletiliyor; dijital dünya, sosyal medyanın sınırsız bildirimleri arasında insan, kendi yarattığı bu modern tanrıya tapıyor ancak aslında ruhunun fısıltılarını unutuyor.

Bugün, üretmek ve tüketmek için var olduğumuza inanan, modern yaşamın hızlı temposuna kapılmış bir toplumdayız. Her ticari anlaşma, aslında dünyadan bir parça alırken, her inşa edilen bina gökyüzüyle aramızdaki mesafeyi açıyor. Üretim ve teknolojideki artış, aslında hem iyiliği hem de kötülüğü yozlaştıran bir sistemin yansıması; iyilik, bir reklam sloganı kadar yüzeysel kalırken, kötülük sessizce günlük yaşamın bir parçası haline geliyor.

Bu düzen, tıpkı Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi insanı değişime uğratıyor; fakat bu değişim, doğanın özünden uzaklaşarak makinenin soğuk çarklarının bir parçası haline gelmek demek. Artık hayatlarımızı kolaylaştıracağını iddia eden bu modernlik yalanı uğruna, aslında ruhlarımızın derinliklerindeki sessizliği kaybediyoruz.

Peki, çıkış yolu var mı? Belki de her şeyin temeline, yani doğamızın özüne dönmekle başlamak gerek. Bu, sadece beton üzerine toprak koymak ya da yeni çam ağaçları dikmekle çözülecek bir mesele değil. Önce, hayatlarımızı, değerlerimizi ve insan ruhunun uçsuz bucaksız derinliklerini yeniden sorgulamalıyız. Dijital dünyanın sunduğu sahte özgürlük yerine, doğayla gerçek bir bağ kurmanın yollarını aramalıyız.

İnsan kendi yarattığı zincirlerin farkına vardığı gün, belki de gerçek özgürlüğün ne demek olduğunu keşfedebilir. Önemli olan, bu karmaşık labirentte sorunun kendisini değil, çözümün anahtarını aramaktan vazgeçmemektir. Modern yaşamın getirdiği teknolojik ve ekonomik zincirler arasında dans etmeyi bırakıp, yeniden doğayla, kendi özümüzle yüzleşmeyi seçersek, belki de hayatın gerçek anlamını yeniden bulabiliriz.

Düşünün…
Her adımda, gözlerimizi kapatan o dijital ışıltılar yerine, doğanın sessiz ama keskin sesine kulak versek; belki de içinde kaybolduğumuz o öz benliğimizi tekrar yakalayabiliriz.


11 Nisan 2025 3-4 dakika 21 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar