Bile
Güneşin adeta perdenin arkasından ara ara bakıp, tekrar perdenin arkasına saklandığı bir nisan günü. Isıtmayan ama üşütmeyen de bir hava...
Böyle bir havada, çimlerin ya da ağaçların olduğu bir yerlerde tek başına yürüyüş, Carl Gustav Jung hariç tüm psikologların her türlü uygulamasından daha iyi gelir bana. Evimin etrafı yeşillik. Bolca rekreasyon alanı ve parka, yaklaşık bir on yıl önce dokunulmak istese de, ne semtteki ev sahipleri ne de öğrenciler dokundurmadı... Bu bakımdan kendimi hep şanslı sayarım. Arka bahçeye bakan camım da yeşil fondadır, dışarı adım attığım an ilk gördüğüm de yeşil renktir.
2400 küsür adım sonra ise, baya büyük sayılacak bir park var. Hemen 200 metre yakınımdaki büyük parklardan daha büyük bir park bu. Parkta, büyükçe bir çim alan, bir sürü ağaç, basketbol sahaları, bir kaç tenis kortu var. Etrafını ise büyük büyük, camlı, “plaza” adını verdikleri binalar çevreler.
Kardeşimle bir şey bekliyorsak ya da dışarıda canımız sıkıldı ise bir play station kafenin yolunu tutarız. Bir seferinde, yan masadan 20’li yaşlarının başında olduğu belli olan bir genç, kendini tutamayıp, başlamak üzere oynayan oyuna bakıp “Tottenham’ın yıldızı olacaksııııııın!” diye bağırmış, aynı anda kardeşimle birbirimize bakıp gülümsemiştik, ağzımdan şu tamlama döküldü “erkeksi sıkışmışlık”... Bu tamlamayı baya sevdi, kullanır olduk.
Ancak şu yukarıda bahsettiğim, “plazalar” arasındaki sıkışmışlığın ne bir cinsi ne de cinsiyeti var. Hadi, bir şeyi burada itiraf edeyim, o yeşilliğin ortasında onları görmek bana güvenli hissettiriyor. Ne yapayım ben, büyük bir şehirde doğdum, büyük bir şehirde büyüdüm; büyük bir şehirde ölmek istiyor muyum, hala bilmiyorum. Ama habitatım bu.
Cinnetimsi bir anda, şehrin ortasında “yeşile dönmeliyiz” diye bağırarak koşuşumun üstünden 4 yıl, aslında her şeyin olması gerektiği gibi ilerlediğini görüp rahatlamamın üzerinden ise 3 yıl geçmişti, bu kısa gezintiye kadar.
Bir Lübnan Sediri, budanmış dallarından bir tanesini sallıyor, bir köpeğin kuyruğunu sallayışı kadar canlı üstelik. Gülümsüyorum. Oradan gözüm arkadaki, pek de estetik olmayan camlı binaya takılıyor. Göğe bakıyorum, çok seyrek yağan bir yağmurun bir damlası şıp diye yüzüme düşüyor. Böyle bir anın da beni iyileştirecek bir krem kayganlığında ellerimin arasından yok olup gitmesini düşünmektense tadını çıkarmaya devam ediyorum.
Toprak kokusunu içime çeke çeke, parkın ince ve uzun, etrafı yemyeşil yolundan ağır adımlarla yürüyerek çıkıyorum. Eski alışkanlıklarımı düşünerek, yeni alışkanlıklarım için uyum planları yaparak...
Eskiden her köyün bir delisi olduğu söylenirdi. Şimdi galiba her evin bir delisi var. Sıkışmışlık demiş miydim? Ama bizim semtte bir tanesi var, müthiş bir İstanbul Türkçesi ile konuşur. Sadece var ise para ister, başka hiçbir konuda insanlarla muhatap olmaz. Belli ki okumuş yazmış bir tip. Ben de delirsem, böyle deliririm diye düşünmüşümdür çok zaman. Onunla rastlaşıyoruz. Bu kez çağa uymuşum, yanımda tek kuruş bile nakit yok. En değerli kripto parayı 70-80 TL değeri var iken keşfetmiş birisi olarak, nakit paranın özgürlük olduğuna inanırım. Elimden geldiğince de nakit para çeker ve harcarım. Ama bu kez yok. Tatlı tatlı izah ediyorum. Bir dahaki sefere daha çok vereceğimi söylüyorum. Şu güneşin altında yaşayan birçoklarından beni daha iyi anladığını ve algıladığını bilerek içimi rahatlatıyorum.
Biraz daha yürüyorum. Bir barın bahçesinde takılan, her gece köpeklerimle gezerken, kolpadan bize atar yapan mavi gözlü köpekle karşılaşıyorum.
”N’aber lan fırlama it?”
Kulaklarını eğip, sevgi isteyerek karşılık veriyor.
”Gel lan buraya...”
Sırt üstü yatıyor ve göbeğini açıyor, üstümdeki köpek kokularını da alıp. Tatlı bir dişi olduğunu öğreniyorum. Dayanamıyorum, karnım da aç zaten. O barın bahçesine oturup önden bir çay isteğimi, arkasına da sebzeli tako ve köfte istediğimi söylüyorum. Mavi gözlü güzel kız, dizime kafasını koymuş, kendisini sevdirmekle meşgul. Bir ön masada ise, bu barda çalıştığını anladığım bir kadın ve yanında üç tane kadın arkadaşı oturuyor. Bu güzel havanın tadını çıkarmak yerine hararetle bir şeyleri tartışıyorlar...
Çay geldiğinde telefondaki bildirimlere bakmak geliyor aklıma. Sonra bir video çıkıyor karşıma. Bir ayı, hayvanat bahçesinde, yukarıdan bir çocuk su döküyor, ayı ise içiyor. İçtikten sonra ise kafasını hayvanat bahçesinin duvarına bir yaslayışı var, beni kahrediyor. Tiksiniyorum bir kez daha ırkımdan. Nefret ediyorum milyonuncu kez insan olmaktan. Bu saçmalığın hala sürüyor olmasına ağır küfürler edip, telefonun ekranını kapatıyorum.
Yemeklerimiz geliyor. O mavi gözlü güzel kız ile karşılıklı yiyoruz. O’na, erkek köpeğimin diğer köpeklere zerre töleransı olmadığını. Dişi olmasının onu kurtarmayacağını, babası gibi, kendi cinsinden, bir tanesi hariç hepsinden nefret ettiğini, geceleri fazla tantana yapmaması, yapıyorsa da erkek varken fazla yanaşmaması gerektiğini anlatıyorum. Tatlı tatlı dinleyip lokmalarını çiğniyor. Bir köpeğin ağzından ve burnundan daha sevgi dolu bir şey görmedim bu hayatta. Sokuşturuyor ağzını ve burnunu kolum ve bacağım arasına. Bir makas alıyorum ben de... O mutlu, ben huzurlu.
Tam o esnada, 60’larında bir Abi, elinde bir poşetle beliriyor. Bizim mavi gözlü kıza, haşladığı etlerden getirmiş. Bizi o halde görünce gülümsüyor. “İyi günler” diliyor. “Yemek getirdiyseniz, biz bugün beraber yedik” diyorum. Gülümsemesi derinleşiyor. “Ben yine de şu kenara bırakayım, belki gece acıkır” diyor ve “lütfen kendinize iyi bakın, sizin gibi insanlara ihtiyaç var” diyerek, başka köpekleri doyurmaya gidiyor. Gözden kaybolana kadar izliyorum. Yürüyüşünden, kendinden eminliğinden, yaptığı şeyin eminliğinden, hakikate ermiş de burada zamanını dolduruyormuş gibi bir hava sezinliyorum...
Yemeğin üstüne bir çay daha istiyorum. Onu içerken de mavi gözlü kız eşlik etmeye devam ediyor. “Keşke” diyorum, “bunun da keyfine varabilseydiniz...”
Sonra öndeki masada oturan, bar çalışanı ve arkadaşlarının konuşmaları çalınıyor kulağıma.
”Bak Gülçin, o gün bizim evdeydiniz, ben ve Azra ise yan odada, çok içki içmiş ve sızmıştık...”
Gülçin olduğunu tahmin ettiğim kişi karışıyor lafa,
”İfadelerimizde eksik bir şey olmamalı. Hepimiz birbirimizi doğrulamalıyız. Ayşe ve Nihan da ifadesinde, beraber burada eğlendiğimizi, sonra dördümüzün bize gittiğini söylemeli.”
İfade, emniyet, suç, isnat, bir sürü hukuki bok püsürü duyunca, ister istemez kulaklarım dikiliyor. İyice bir algılamaya çalışıyorum...
Biraz daha dinleyince her şey netliğe kavuşuyor. Türker adında bir kişiye pusu kurduklarını, taciz/tecavüz iftirası ile hapse attırmaya çalışacaklarını, aslında böyle bir şeyin asla olmadığını, Türker’in bu hanımlardan bir tanesiyle birlikte iken, onu bırakıp başkası ile birlikte olduğunu, iftirayı atacakları gece de asla onların evine gitmediğini öğreniyorum.
Her detayı şeytani bir incelikle işliyorlar. Ama unuttukları bir şeyler var, Türker umarım HTS kayıtları nedir biliyordur ya da avukatı iyidir de bunu talep eder ve aklanır...
Tecavüzün cezası 5 yıldan 10 yıla kadar hapis. Yapmaya çalıştıkları şeyi becerdiklerini düşünüyorum, sonra da Türker’in içeride neler neler yaşayacağını.
Ama Türker, bu kadınlar da “red flag”, bas bas bağırıyorlar, “bizler atanamamış femme fataleleriz” diye... Ah be çocuğum. Yolda yardıma ihtiyaçları olsa, yardım ederim bunlara ama kendileri yardım talep etse koşa koşa uzaklaşırım. Neyse, “tecrübe yaşlanmanın kaliteli halidir” diyordu bir Abim... Mıh gibi kazınmıştır beynime bu cümlesi.
Ağaçlarla binaları bir bakışta ayırmak çok kolay. Biraz tecrübe ile “red flag” veren kişileri saptamak da kolay.
Ama bazı insanlar...
Toplumsal uygulamalara ve kurumlara karşı skeptik olmak sizi bazen “komplocu” bazen de “isyankar” yapar... Bazen işler aşırıya kaçabilir, kontrolden çıkabilir, doğaldır, akıştır, bununla birlikte, bazı normları öylece kabullenmeye zorlanmak ise bu çağın asıl sıkışmışlığıdır. Hem de normlar Heraklitos’un nehri kadar akışkan ve öznel iken...
Gelinen noktada, insanlık gençlerin geleceğinden endişeli ise bu normları sorgulamak da, onlara isyan etmek de en doğal hakkımız olmalı aslında.
Doğal ve sağlıklı merakın, insanlığı bu noktaya getirdiğini göre göre, bizden paket halinde verilen kimi düşünüş biçimlerinden başkasıyla yola çıkmamamız isteniyor. Art niyet.
Bu benim için öfke uyandıran bir şey değil. Öfkeyi de 10 metrekare bir odada bıraktığımı düşünüyorum zaten. Ancak, toplumun ve normlarının geçerliliğini sorguladığımda, bundan endişe duyan insanlardan tiksiniyorum, buna engel olamıyorum.
Yakın bir geçmişte ”Tide pod challenge” adı verilen bir uygulama yayılmıştı Amerika’da. “Tide pod” Amerika’da satılan bir çamaşır yıkama kapsülü. İnsanlar sosyal medyada bu kapsülü çiğneyip, videoya çekip, arkadaşını etiketleyip, arkadaşının da bunu yapmasını istiyordu. Bu gibi uygulamalar, modalar, akımlar benim içimi rahatlatıyor. Doğal seçilimin gayet de sinsi biçimde ilerlediğini görüyor ve rahatlıyorum. Bu tarz “like” getiren uygulamalara ise “boş dopamin” tamlamam baya tutuldu, küçük, yakın çevremce kullanılır oldu, onu kullanırım.
Yakın olmayan sosyal çevre ise her zaman erdem sinyalleri ile doludur. Bunun üstüne biraz düşünürseniz, aslında olayın kökeninin “güçlü olmak” olduğunu görebilirsiniz. İnsanlar sizi üstüne basılıp, tırmanacak bir şey olarak görür o sosyal çevrede. Bundan korunmanın ise çeşitli yolları var.
Narsisist ya da solipist bir tip olursanız, sizinle uğraşmak istemeyeceklerdir. Bazen bu iki kavrama sahip olmak, sizi gerçek bir özgüven duygusunun getireceği konumdan çok daha saygın bir hale getirebilir. Üstüne basa basa söylüyorum; yakın olmayan sosyal çevre için geçerli bu.
Toplum büyüdükçe de duyarsızlık ve narsisizm de artar. Bu aynı zamanda da evrimsel bir hatadır. Çünkü insanlar kendisinden farklı olanı anlama, farklı saç rengi, farklı ten rengi, farklı saç stili, farklı inanış, farklı etnistite, farklı soy hattı vs. için empati geliştirecek biçimde evrilmemiştir.
Tüm bunlardan, narsisist ya da solipist olmadan kurtulmanın bir yolu daha var. Kayıtsızlık. İnsanlar kayıtsız kimseleri, umursamayan kimseleri sevmez. Dünya yanarken öylece durabilmek. Alıştırma gerektirir, yaşanmışlık gerektirir, laçkalık gerektirir, norm dışı acılardan geçmeyi gerektirir. İnsanların “sıkılıyorum” dediği şartlarda huzurlu olabilmeyi öğrenmiş olmayı gerektirir. Laozi’nin “Dao”su olmadan, yani etinle kemiğinle, hormonlarınla bir insan iken Tanrısal bir umursamazlığa bürünmek narsisist ya da solipist olmaktan zordur ki ne zordur...
Öte yandan da “barış”, merhamet, sıkıcıdır, sıradandır ve insanlar dopaminal vuruşlarını sahte sorunlardan alır.
Nihayetinde, köpeklere yiyecek getiren Abi ile yan masada hayat karartmak için detaylı planlar yapan insanları ayırmanın daha kolay bir yolu olmalı. Yanmadan, acı çekmeden, kaliteli bir biçimde yaşlanmadan.
Hem çünkü hem de ama, O Abi gibi bazı insanlar da...
Of!... Fırat bu ne. Bana bir şey bırakmamışsın. Her yeni yazında biraz daha hayranlığımı kazanıyorsun. Muhteşem olmuş .
Yazıdaki " sıkışmışlık" vurgusu, kafedeki çocuğun bağırışında doruk yapmış bence. Sonra çürümüşlük en alta kadar inen organize kumpas kötülük. Laf ebesi olup " ne ara böle olduk" demiyeceğim ağzımı eğip.
"Olduk ulan olduk işte yirmi yıldır nakış nakış, ilmek ilmek olduk ulan" demek daha hayalı, daha gerçekçi. Sınır tanımayan, insana ait olmayan dostluk anlatılmış iki tür arasında.
İnsana öfkemiz doruk yaparken "beklentisiz, ummasız, ne iyi insansız..." Duygularıyla sadece insan olduğu için hareket eden " Abi" insanları çevremizde görmek...hani baştaki sıkışmışlık var ya. İşte ondan kocaman bir parça alıp götürüyor. Nefes alıyoruz nefes...
Abim! Ne yaptın böyle sen.
Yüreğimdesin!
Sevginin parayla satın alınanı makbul değildir özelikle de sokak hayvanları için ki en çok sevgiye muhtaç olanlardır. İnsan var insancık var arada ki farkı anlayabilen gören dokunan hisseden var bir de ,sonuncu şıkta olmak en güzeli. Hem kendin insani değerlerini yitirmezsin hem de sosyal çevresine kültürüne kılık kıyafetine aldırmaksızın adam gibi adamlarla tanışırsın saygı duyarak günün en azından boşa geçmez. Çok güzeldi Fırat bey beğenim ve tebriğimle