Bir Eleştiri Kitabı Üstüne
Mehmet Erdoğan’ın, Eleştiri Denemeleri (Ülke Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2014) başlıklı kitabı, şiir ve eleştiri dünyamıza çok kıymetli katkılar sunuyor. Kitap, üstünde uzun boylu düşünülmeyi hakikaten hak ediyor.
Mehmet Erdoğan, Şiir-Dil ilişkisine değgin söyledikleri bağlamında, bilimlerin, ideolojilerin ve iktidarların şiiri pençelemesine, zapturapt altına almasına doğrudan karşı çıkıyor. Şiirin her şeyden önce bir dil işi olduğunun altını çiziyor:
“Şiir, dile bağlı ve onun imkânları içinde özgürce oluşturulan bir sanattır. Şiirin dili özgürlüğün dili olduğu için şiirin insanı da özgür insandır. Bu ise bilimlerin nesnesi olmayan, ideolojilerin ham hayallerine kapılmayan ve iktidarların dümen suyuna göre istikamet belirlemeyen; öz varlığının farkına varabilen ve varoluşunu temellendirmeye çalışan bir anlayışla mümkündür.” (Şiirin İnsan Davası, s. 21)
Bu kadarla kalmıyor. Şiirin her şeyden önce estetik bir nesne olduğunu duyumsatıyor bize. Onun, sâfiyetini koruması için, düşünsel ve ideolojik kuşatmalara karşı netlikle karşı durmasını salık veriyor bir bakıma:
“Şiiri salt dışarıdan gazel okuyanlar mahkûm etmiyor; onu, düşünsel ve ideolojik çabalarına alet etmek isteyenler de mahkûm ediyor. Saflığını bozuyor, güvenilirliğini sarsıyor. Şiir, kaldıramayacağı yüke gelmez. O zaman aslî fonksiyonunu icra edemez ve ayağa düşer.” (Şiirin Sonu mu? s. 43)
Modern Türk Şiiri’nin öncü isimlerinden Ahmed Haşim için dediklerine bakarak, Mehmet Erdoğan’ın bir çeşit şiir felsefesi kurduğunu, meseleye şiirin felsefesi/ metafiziği çerçevesinden baktığını rahatça söyleyebiliriz. Çok geniş açılı, çözümleyici bir yaklaşımdır bu:
“ (Ahmed Haşim’in-B. D.) ruh dünyasıyla akrabalık kurabilecek hiçbir çağdaşı yoktur. Bu belki onun, her şeyiyle arada kalmışlığıyla açıklanabilecek bir husustur. Hayatında tercihler yoktur, kader vardır. İdealist değildir, primitiftir. Gerçeği sorgulayarak değil, kabullenerek yaşamak ister.” (Eskiyle Yeni Arasında Bir Köprü: Ahmet Haşim, s. 81)
Çoğumuz, Cumhuriyetin kurucu kadrolarını olumlayan şairlerin pozitivist ve lâik bir dil içinden konuştuğunu zanneder. Mehmet Erdoğan, bu yerleşik ve yanlış yargıyı kökünden dinamitler. Bu yargıyı paylaşanların, özde dinsel bir fânusun içinden konuştuklarını söyler. Öyleliklerinden dolayı da onların geri-zevkli bir şiir paradigmasının savunmanı olduklarını sezdirir bize:
“Şiirde Cumhuriyetin kurucu kadrolarını övenlerin, pozitivist ve lâik bir üslup yerine geleneksel metafizik bir dil kullanmaları ilginçtir. Şairler, belki de yeni bir dili oluşturmaya çalışıyor veya içinde bulundukları duygusal atmosferi bir din olarak telâkki ediyorlardı:” (Güdümlü Edebiyatın Seyir Defteri, s. 136)
Sezdirmeleri, ilerleyen satırlarda apaçık belirlemelerle buluşur. Pozitivist-lâik retoriklerin, Kemalizm üzerinden, nasıl bir mistifikasyona dönüştüğünü, mitleştirildiğini cesâretle sergiler:
“Mustafa Kemal’e yazılan şiirlerin büyük çoğunluğunda betimlemelerin ya dinsel ya da hayvansal motiflerden seçilmiş olması dikkat çekicidir. Sanki yeni bir efsane oluşturulmak isteniyor. Diğer taraftan bu tür eğilimler, Kemalizmin tarihsel arka plânı ve yüklenmek istediği misyonu da ortaya koyuyor. Kemalizmin öngördüğü ulusçuluk anlayışının İslâm öncesi Türklüğe dayandırılması, eski Türk kalıtının duyuş ve algılayış biçimiyle kendini ifade etmeye çalışması en çarpıcı şekilde ‘tanrısal bozkurt’ simgesiyle somutlaşıyor ve burada kendine özgü bir kalıba dökülüyor:” ((Güdümlü Edebiyatın Seyir Defteri, s. 137)
Yazarımız, güdümlü edebiyat konusundaki görüşleriyle de ayan-beyandır, berraktır. Lâfı dolandırmaz hiç, doğrudan der diyeceğini. 1930-1940’ların Tek Parti (CHP) yandaşı şairlerine (daha doğrusu: müteşairlerine) saplar mızraklarını. Onların uşaklıklarının karşılıklarını siyâsal iktidardan kat be kat aldıklarını vurgular. Erdoğan, bu savlarında haklıdır: Onların çoğu, büyükelçiliklerle, milletvekili koltuklarıyla, müsteşarlıklarla ya da yüksek bürokrasinin başka olanaklarıyla beslenmişlerdir. Okuyalım Erdoğan’ı:
“Güdümlü edebiyat popülist bir edebiyattır ve amacı sanat değil, bir niyeti ortaya koymaktır. Bunun temelinde ise çıkar duygusunun yattığını herkes bilmektedir. Bu sebeple Cumhuriyete ve onun kurucu liderine yazılan şiirlerde bir nitelikten çok böyle bir niyet aramak gerekir. Aslında irdelenmesi gereken husus budur. Çünkü resmî edebiyata omuz vermiş çoğu şair ve yazar, CHP’den milletvekili seçilmiş ve yaptığı hizmetin karşılığını fazlasıyla almıştır.” (Güdümlü Edebiyatın Seyir Defteri, s. 140)
Mehmet Erdoğan, İ. Hilmi Soykut’un Yeni Şiir ve Karakterleri başlıklı kitabından aktardığı bir alıntıyla, edebiyat iktidarlarının sırça köşklerini, iskambil kâğıdından kulelerini darmadağınık eder. Bu satırlardan, siyâsette iktidar olmakla edebiyatta iktidar olmak arasında derin benzerlikler olduğunun farkına varırız:
“1. Sıkı eleştiriye tahammül kolay değildir, bu sebeple ciddî eleştiriler muhatapları tarafından genellikle görmezden gelinir. 2. Edebiyat iktidarları muhalif seslerden hoşlanmaz ve onları susturmaya çalışır. 3. Ancak hakikat, hiçbir zaman gizlenemez ve bir gün mutlaka ortaya çıkar. 4. Günümüz hakikatlerini görmenin bir yolu da geçmişin hakikatlerini anlamaktan geçer."
Erdoğan, Ramazan Kaplan’a yönelik bir eleştirisiyle, “anlaşılır şiir-anlaşılmaz şiir gerilimi”ne de bir ışık düşürür. Şiirin her hâlükârda anlaşılır olması gerektiği şeklindeki toptancı ve indirgemeci tavırla kesin biçimde hesaplaşır. Bu meyanda ben de Mehmet Erdoğan gibi düşünüyorum. Öyle ya, kime göre anlaşılır yâhut anlaşılmaz? En basit şiir görgüsünden yoksun biri için Yunus Emre bile olanca yapyalınlığına karşın kolayca anlaşılabilir mi? Bir de tersinden bakalım: Turgut Uyar’ın Geyikli Gece başlıklı şiiri, çoğu kişice anlaşılmasa da, zirve şiirlerimizden değil midir? Şiirin anlaşılırlığını/ anlaşılmazlığını kesinleyici bir saptayıcılıkla ölçümleyen bir aygıt var mıdır? Yoktur ve yazar da bizimle aynı kanıdadır ki şunları söylüyor:
“(Ramazan Kaplan-B. D.) bir yazısında modern şiirin, özellikle 1950 sonrasında yazılan şiirin anlaşılmaz/ kapalı bir şiir olduğu şeklindeki genel düşünceyi kendine eksen alıyor. Bu, şiir mutlaka anlaşılır olmalıdır mantığından kaynaklanan rafa kalkmış bir düşüncedir ve konu, edebiyat tarihinin tartıştığı, modern şiirin ise anlamsız bulduğu bir meseledir.” (Cahit Zarifoğlu’nun Şiirini Okurken, s. 216)
Ne var, Mehmet Erdoğan, başka bir yazısında şunları diyebilme tâlihsizliğine uğrar:
“Modern anlayışa göre şiir, hiçbir duygu ve düşünceyi doğrulamaz. Okuyucuda kendisi üzerinden, fakat kendisinden ayrı bir duygu ve düşünce uyandırmayı amaçlar. Eğer bir metin, duygu ve düşünceleri doğruluyorsa o artık şiir değildir.” (Cahit Zarifoğlu’nun Şiirini Okurken, s. 217)
Burada bir yanlışı “mutlaklaştırma” ("saltıklaştırma”) var ve her mutlaklaştırmada olduğu gibi bunda da bir çeşit “idealize etme”, hattâ “aşkınlaştırma” çabası olduğunu görüyorum.
Kanımca, şiirin duygu ve düşünceleri doğrulayıp doğrulamayışı, onun şiirliğini ya da şiir olmadığını belgeleyen niteliklerinden değildir.
Erdoğan, “… şiir doğrulayan değil bozan bir şeydir” (s. 217) diye devam ediyor.
Bana göre ise: doğrularken de doğrulamazken de bozan bir şeydir. Şiirin, kökende devrimciliğinin gereğidir bu.
Eleştirmen Mehmet Erdoğan, daha sonra tekrar toparlıyor ve altına seve seve imzâ attığım şu cümleleri kuruyor:
“Bir sanatçı, yazarın (Ramazan Kaplan’ın-B. D.) iddia ettiği gibi ‘bazı faktörlerin etkisiyle, hatta onlara göre yazmayı, sorumluluğunun bir gereği’ sayıp eserini ortaya koymaya çalışırsa yaptığı iş sanat olmaz. Bunun dinî veya ideolojik olması durumu değiştirmez./ Zor anlaşılırlıkla, zor şiirle gerçekten anlaşılmaz abuk sabuk, hatta anlamsız olsun diye zorlanmış şiirler farklı şeylerdir.” (s. 217)
Erdoğan’ın “Zor anlaşılırlıkla, zor şiirle gerçekten anlaşılmaz abuk sabuk, hatta anlamsız olsun diye zorlanmış şiirler farklı şeylerdir.” deyişindeki haklılığa da şapka çıkartıyorum. Demek, bütün patırtı aslında “kapalı/ anlaşılmaz şiir”le “açık/ anlaşılır şiir” arasında değil; “zor şiir”le “zorlanmış şiir” arasında kopmaktadır.
Mehmet Erdoğan, bir başka donanımlı yazısında Hüseyin Cöntürk’ten bir alıntı getirir:
“Şairin iyi bir şair olması için bir ‘dünya görüşü’ olması şart değildir. Ama ‘özel bir dünyası’ olması ya da ‘dünyaya özel bir bakışı olması şarttır.”
Sonrasında o alıntıya şu çarpıcı belirlemesini katar:
“Aslında dünyaya özel bir bakışın dünya görüşünden çok farklı olmadığı veya en azından bunların belli ölçüde birbiriyle kesiştiği rahatlıkla söylenebilir.” (İkinci Yeni Eleştirmeni Olarak Hüseyin Cöntürk, s. 333)
Mehmet Erdoğan’ın Eleştiri Denemeleri kitabı, yalnızca bu cümlesi için bile okunmayı hak ediyor.
Çok güzel bir paylaşımdı Bünyamin hocam. Eğitici, öğretici ve de akıcı. Ben ilgiyle okudum. Çok teşekkürler kaleminize sağlık.. Saygım selamımla