bir melodramdan arta kalan...
Kafiyesiz Hayatlar
Biliyorsundur muhtemelen şiir yazamadığımı
Zorlama ile şiir de yazılmayacağını,
Bir mahpus hayatta yaşanmayacağını
Filmlerdeki gibi olmuyor çokça (çok sevdiğimiz filmler)
Kahramanca direnmek öyle rol kesmekle olmuyor
reenkarnasyona inanır mısın bilmiyorum..
Ama başka bir hayat kesitiydi seninle yaşadıklarımız
Kimi zaman birbirini tamamlayan eksik puzzle parçaları gibi
Kimi zaman da bedeni saran psikosomatik bir hastalık gibi
Bir sen değilsin ama rüzgârda savrulan
Ben vazgeçtim
Ne olacaksa olsun!
Bu ömür biçilmişse haktan yazımıza
Gözlerimizi yumana kadar ne göreceksek
Ne bilecek
ne duyacaksak..
Geceleri kime sarılıp uyuyacaksak
Kimlere dokunacak kimlerle sevişeceksek
Neyse gözümüzü açtığımızda başımıza gelecek
Gelsin.
Çaresiz kabulleniş bu
Sağdan sola üç harf ram.
Ayşe kader zor...
Kendi acziyetini, umursamazlığını ve vefasızlığını kader olgusuna yükleyerek, köşeye çekilmeyi ve bir başka aşka kolaylıkla merhaba diyebilmeyi marifet sanan bir haysiyetsizi sevdiğimi, içim burkularak görmekteyim...
Çaresizce kapana kısılmış ruh halimden, mahremiyetine halel gelmiş bedenimden ve gerek alnımda, gerekse yüreğimde bıraktığın kara lekeden zerre utandığımı düşünmeni istemem. Bilakis, gurur duyuyorum benliğimle, senin gibi bir şahsiyetsizi, ölümsüz aşkımla onurlandırabilmeye muktedir bir yürek taşıdığım için...
Gerçi sen bunları algılayabilmeye vakıf bir irade taşısaydın, eminim şu an, şu halde olmazdık. ?Ayşe kader zor? diyorsun. Hangi kaderden bahsediyorsun Allah aşkına? En hummalı hastalıklarla pençeleşip, yataklara düşseydin, en büyük talihsizliklere maruz kalıp, mahpushane köşelerinde gün tüketseydin ya da ne bileyim ölseydin belki, kollarımda son nefesini verseydin; evet o zaman her şeyin mutlak belirleyicisinin yaratan olduğuna hükmederek ( ki kaderime de boyun eğerek) , seni gönül rahatlığıyla ve aynı büyük sevdayla yüreğimin en temiz köşesine gömebilirdim. Lakin şu an bunu böylece kabullenip sana helallik vermemi bekleme. Seni yıllarca en derin sevgisiyle içinde tanrılaştıran, varına, yoğuna, aldığın nefese, ayağındaki kör tırnağa, bakışına, duyuşuna, sesine, sessizliğine, saçının her bir teline ayrı ayrı iman getirip, ruhuna aşkların en ölümsüzünü bahşeden kadına yapabileceğin en büyük faziletsizliği yaparak, yarım bıraktın beni. Yaşarken ölmenin ızdırabını tattırdın. Aya, güneşe, kâinata, hayata ve dahası tanrıya küstürdüğün bedenin, bin bedduaya bulanmış ahını kazandın. Söyle, kalbime sapladığın o umarsız bıçak da mı kaderdendir?
Gittin, ardında çözümü hiçbir vakit mümkün olmayacak bir bilmece bırakarak... Şakaklarından, ayak bileklerine değin, müzmin bir sancının girdabında debelenen, eksik ve aciz bir insan müsveddesi bırakarak. Bin yıkımın, acının ve uçsuz bucaksız bir yalnızlığın tam orta yerine terk edip gittin. Tüm kalelerini yitirmiş bir komutanın ya da açık denizde devasa gemisi, buz dağlarına çarparak su almaya başlamış bir kaptanın çaresizliğiyle bir başıma bırakarak koyup gittin beni. Sonrasında neler oldu belki de hiç bilmedin. Öğren o halde.
Ağladım. Göz pınarlarım kuruyuncaya dek ağladım. Gözlerimden akan damlalar, yüzümde bir nehir yatağı misali iz bırakana ve dudaklarımı çatlatana kadar ağladım. Her bir saç telimi yola yola önümde bir öbek oluşturana kadar ağladım. Sana ait her ne varsa çevremde, yok oluşlarını izleye izleye ağladım. Geberene kadar ağladım. Sonrasında ağlamayı yasakladım gözlerime. Varlığına akıttığım her bir damlayı, günah addettim beynimde. Sustum. Yaşamın devam ettiğine hükmedip önce aileme, sonra işime ve sonra geleceğime sarılmaya çalıştım. Bir melodramın tam orta yerine düşmüş, profesyonel bir oyuncu edasıyla oynadım. Sen hiç birini bilmedin.
Aşklarım oldu, hiç birini sevmedim. Mutluluklarım oldu, hiç birini idame ettiremedim. Bir yalanın ortasında, kendi melodramımda oradan oraya savruldum durdum. Ancak ağlamadım. Hayata yenik düştüğünü ifade eden herkese güç ve irade hakkında binlerce ahkâm kestim. Herkesin bireysel tercihleriyle sonsuz huzura ve mutluluğa er ya da geç yelken açabileceğini onlara telkin ettim. Ağlayanlar oldu omzumda, onların gözyaşlarıyla ıslandım. Dinledim, dinledim, dinledim... Ama sustum hep. Kendi yıkımlarımı, acizliğimi ve savunmasızlığımı örtbas etmeyi başardım. Bir tek kendime çare olamadım. Kanayan düşlerime ufacık bir bez parçası bulmak suretiyle, merhem olamadım. Hiçbir şeyi başaramadım.
Sürekli kâbuslarla bölünmeye başladı düşlerim. Her rüyanın sonsözünde bin mavzer dayadın beynime, sanrılarla uyandım. Uyumaktan korktum sonra. Her uykusuzluk ertesi bir titreme aldı ellerimi. Beyaz önlüklü onlarca doktorla yüzleştim. Bana ellerimdeki titremeye ve kâbuslarıma deva olabileceklerini ama kırılan gururumu asla tedavi edemeyeceklerini ifade ettiler. İçimde ölen yaşama sevincini bizzat kendimin, yeniden diriltebileceğinden dem vurdular. Sen hayatına yön verirken ben uyuyordum. Beynimi, beynimdeki seni, düşlerimi, hayallerimi, kişiliğimi uyuttular benim. Ama ben yine de ağlamadım. Ağlamak en büyük onursuzluktu benim için (ki düşmanımın ardından.)
Ne vakit bir dirhem mutluluk tatsam, seni affettim benliğimde. Ben mutluysam o da olmalı dedim, tüm acıtılışlarımı unutarak. Ama ben limanda yönünü kaybeden bir gemi misali, her yenilgimin ardından yine anılarıma ve anılarımda benimle beraber en saf haliyle yaşattığım sana sığındım. Seni suçladım. Başıma gelen ve gelebilecek olan tüm felaketlerden ötürü seni suçladım ki gerçekten de öyleydi zaten. Elimi attığım her dalı kırışımın yegâne nedeni sendin çünkü sendin zaten elim, kolum, ayağım, nefesim, ruhum. Sen kırdın her şeyi dolayısıyla. Sen yok ettin.
Defalarca aramak istedim. Tüm gurursuzluğumu kuşanarak, yalvarmak, aşkımla kapıma getiremediğim seni, gözyaşlarımla geri kazanmak istedim. Yapmadım. Çünkü içimdeki kırgınlığın, beslediğim aşktan kat be kat fazla olduğunun idrakindeydim. Bir daha asla, o Muğla sıcağının altında birbirine belki senin de dediğin gibi psikosomatik ama ölürcesine bağlı iki âşık olamayacağımızın bilincindeydim. Kırılan bir vazonun, bir daha asla eski haline dönmeyeceğinin farkındaydım. Ağlamak istedim, ağlamadım yine. Günler günleri, aylar ayları, mevsimler birbirini kovaladı. Hiç kimseyi sevmedim ve içimdeki yerine hiç bir sevgiyi yerleştirmedim. Bunu bilinçli mi yaptım bilmiyorum ama olmadı işte.
Zaman su gibi akıp gidiyordu, bir sen gitmiyordun içimden. Ve ben hala inatla ağlamıyordum. Sonra şiirle tanıştım. Yazdım, yazdım, yazdım... Yazdıkça rahatladım, rahatladıkça daha çok yazdım. Seni yazdım, kendimi yazdım, başka aşklarım oldu, onları yazdım. İçimi kemiren, zehir misali içimde yer eden her duygunun şiir sayesinde, ete kemiğe bürünerek karşıma geçtiğine ve benliğimle yüzleştiğine şahit oldum. Doyumsuz bir hazza ulaştım.
Ben yazıyordum, sense o hep özlemini çektiğin ?basit, adi ama huzurlu? hayata doğru emin adımlarla yürüyordun. Yürümemen için bir sebep de yoktu zaten. Psikosomatik biricik rahatsızlığından silkeleneli yaklaşık bir yıl oluyordu. Sonra duydum. Önce hayatında başka bir kadın olduğunu, sonra onunla ciddi düşündüğünü ve sonrasında bu düşünceyi resmiyete dökerek, parmağına seni bedenimden koparacak o halkaları geçirdiğini duydum. İnanır mısın bilmiyorum ama ben yine ağlamadım. Sadece bir boşluk duygusuyla cebelleşerek, bundan kurtulmak için tek yol olarak gördüğüm şiire daha fazla sarıldım.
Hayat bir boşluktu benim için. Hala zaman su gibi akıp geçiyordu. Çalışıyordum, uyuyordum, düşünüyordum, muhtelif aralıklarla saçma sapan ilişkiler yaşıyor ama kimseyi sevemiyordum.
Ve inatla ağlamıyordum. Herkes halime üzülüyordu. Acı dolu gözlerle bakıyorlardı, amaçsız ve şizofrenik halime. Her şeye kayıtsız kalan nevrotik düşüncelerime. Herkes, her şeyin bedelini sana yüklemek istiyordu, izin vermiyordum. Tuhaf çatışmalarla yoruyordum benliğimi. Affetmekle, iğrenmek arasında gelgitlerim oluyordu, şiir baskın geliyordu her defasında. Düşüncelerimden sıyrılıp yazıyordum sadece. An be an uzaklaştığım tanrıdan ve beni ona yakınlaştıracak her ibadethaneden sıyrılarak, şiirle, romanlarla, sanatla toparlanamaya çalışıyordum. Başarıyordum da. Beni affetsin ama isyan ediyordum Allah'a. Ona sırtımı döndüğüm her lahza, biricik mabedim olan şiire sığınıyordum. Ve zaman hala akıp gidiyordu.
İşte tam da böylesi bir zamanda gördüm, onunla boy boy çekilmiş karelerinizi. Başka bir kadın olsa ne yapardı bilmiyorum ama ben boş gözlerle bakmakla yetindim. İçimde tuhaf bir galibiyet sevinci vardı çünkü ben o bakışları tanıyordum. Gerçekten neye sevindiğini, neye üzüldüğünü, neye sıkıldığını ya da neyle dalga geçtiğini bildiğim o mavi nazarı tüm kâinattan daha iyi tanıyordum ve ben gözlerinde acıyı gördüm. Her ne kadar dudaklarına yerleştirmek için olanca çabayı sarf etsen de, o gülümseyişteki içler acısı burukluğu gördüm. Öldüm belki evet ama düşmanını da yanında sürükleyen gaddar insanların iğrenç kahkahası yerleşti suretime. Evet, ben gerçekten o bakışı biliyordum. Onun bakışını da gördüm. İlk defa karşılaşıyordum rakibimle. Hatta rakip bile demem saçma çünkü ben onun rakibi dahi olamayacak bir hiçlikte savruluyordum. Onu gördüm evet. Nefret edecektim, iğrenecektim varlığından. Canımı canımdan alandan tiksinecektim belki ama onun gözlerindeki masum parıltıyı gördüm. Umutla bağlandığı adamın yanında sessizce ve aydın bir gülümsemeyle salınan o kadının gözlerindeki saf ve ışıltılı sevinci gördüm. Yapamadım. Nefret etmeyi dahi başaramadım. Onun gülümsemesiyle yıkıldı tüm sanrılarım, boğazıma bir şeyler düğümlendi, ağlayamadım. Resme bakmadan önce itinayla iğrenmeyi planladığım bu sinir bozucu yaratığın aksine, kendimden nefret ettim. Yüreğimden ötürü, art niyet bile taşımaktan aciz olan benliğimden ötürü, mutsuzluğum üstüne mutluluk inşa etme girişiminde bulunan bu iki insana besleyemediğim kinden ötürü. Yemin ediyorum ki o an o kızın mutluluğu için olanca duayı ettim ve kendimden nefret ederek boşluğuma, ait olduğum biricik yalnızlığıma tekrardan sığındım.
Bu hayatımda aldığım en büyük yenilgilerden biri oldu. Bu kadar iyi olmaya dayanamıyordum. Ram; evet ta kendisi. Bu kadar koşulsuz, bu kadar sükûnetle çaresizce kabullenebileceğime ihtimal etmiyordum yenilgiyi. Yenildim oysa. Sustum ve ben yine ağlamadım.
Zaman akıp gidiyordu, sensiz usul usul iliklerime işleyen bir zehir gibi sarıyordu hücrelerimi. Ama alışmıştım yokluğuna ve şiirle avunuyordum. Ağlamaksızın. Her şeye ve herkese karşı duyarsızlaşmıştım. Ölüme bile... Her şeyin insanoğlu için olduğunu ve sınanışlarımın belki de ölümünle beraber son bulacağını telkin etmiştim zihnime. Hepimiz öleceğiz diyordum. Artık ne onuru, ne şerefi, ne fazileti, ne ailemi ne de diğer tüm sevdiklerimi umursuyordum. Ne hükmü vardı kaybedişlerin? Ben ki seni kaybetmenin acısıyla başa çıkmış, ölümsüz bir kahramandım, daha fazla canımı acıtacak ne yitirebilirdim ki?
Yazıyordum. Ve sayıyordum seni resmen kaybedeceğim günlerin takvim yapraklarını. On bir temmuzu hem zihnimden ötelemeye gayret ediyor, hem de iple çekiyordum. Başkasına ait olacağına tüm beynimle itaat edeceğim için. Ve hala ağlamıyordum.
Ta ki bu şiiri görene kadar. Şiir senden ve mazimizden kurtulmak adına giyindiğim yegâne zırhtı ve sen yaptığın hiçbir şey yetmiyormuş gibi beni kendi silahımla öldürdün o gece. Evet, şiir senden ve yaşattığın acıların cümlesinden kurtulmak adına sığındığım en kutsal mabedimdi. Sen hiç utanmadan, mabedime tecavüz ettin. Düğününe bir hafta kala, hiç yüzün kızarmadan, tüm onursuzluğunla karşıma çıkarak her şeyi kadere mâl ettin. Okudum, her dizeni binlerce kez okudum. Ve ne kadar yerin dibinde sürünen bir varlığa âşık olduğumu gördükçe ürperdim, kendimden iğrendim.
Ağladım sonra. Hiç susmaksızın ağladım. Ağlayamadığım iki yılın intikamını alırcasına, içimdeki tüm nefreti kusarcasına, ağlayarak dokularımın toplamını yok etmek pahasına gömüldüm gözyaşlarıma. Hiç ağlamadığımı defalarca kez ifade etmiştim ama ben aslında hiç susmamışım Koray. Her günüm için için yüreğime akıtmakla geçmiş damlalarımı. Tanrım ne kadar güçsüzmüşüm oysa ben...
Evet, şimdi, şu saatlerde ayrı ayrı yerlerde gerdeğe giren iki eski sevgiliyiz. Tüm bedenimle, ruhumla, benliğimle ait olduğum ve olabileceğim yegâne sevgilimin yalnızlığım olduğunu idrak edeli çok uzun zaman oldu. Oysa sen inatla yürüyeceksin düşlerine doğru, onunla beraber...
Tüm bunları neden yazdım bilmiyorum. Ama öğrenmeni istiyorum. Sana hakkım helal değildir. Beni öldürdüğün kadar, ölmeni istiyorum. Düşlerimi yıktığın kadar yıkılmanı, yıkıntılar arasında çaresiz kalakalmanı istiyorum Allahtan. Ki zaten varsa ilahi bir adalet, tüm bu yaptıkların cezasız kalmayacaktır.
Sana olmasa bile O'na, güzel, mutlu ve huzurlu bir hayat dilemek isterdim ama benim gözyaşlarım üzerine kuracağınız dünya, olsa olsa engin bir denizde oradan oraya savrulan bir geminin belirsizliğine inşa edilecektir. Ve adım gibi biliyorum ki ona dokunduğun her an benimle sevişecek, ona sarıldığın her an sıcaklığımı özleyecek, onu dinlediğin her an, sesimle irkileceksin. Tüm bunları ona yansıtmamak adına bir ömür, kabir azabı çekecek, için için kendini yok edeceksin. Acı çektiğin her anı, and olsun ki şayet yaşıyorsam hissedecek tüm hücrelerim. Ölmüşsem bu sevinci kemiklerimde taşıyacağıma yemin ederim.
Artık son buldu melodram ve ben hala ağlıyorum. Anılarım, hayallerim, ömrüm, sevincim, kısacası şahsıma ait ne varsa her şeyim bugün itibariyle hükmünü yitirmiştir. Şimdi hangi ölüm bekliyor beni bilmiyorum ama gidiyorum. Bende kalan neyin varsa ateşlere atarak. Sende kalan neyim varsa, bir daha geri gelmeyeceğini bilmenin hüznüyle yasını tutarak ve hayata bıraktığımız ne varsa bu aşktan arta kalan, tüm melodramların senaryosuna katarak...
Gidiyorum ben, seni; hiç tanımadığın ve asla tanıyamayacağın bir kadının yatağında, ikinci el acılarınla yüz üstü bırakarak...
Yakışır mıydı, incir kuşları vurulurken sol yanından, serçelere kanatlanmak?
Geçmeyen, bitmeyen, eksilmeyen ve kendi kendini yiyerek büyüyen bir acı gördüm satırlarda. Bir kadın, her an acının gırtlağına yapışan iki eline karşı düzenli nefes almayı başararak ayakta kalan. Okurken ben boğulacak gibi hissettim kendimi. Güzeldi demem böylesi bir acı için öyle saçma kalacak ki, bu yüzden nasıl ifade edebilirim duygularımı bilemedim.