Bir Tiran ve Seyircisi Tarih
Söz geçirirsem zonklayan şakaklarıma,
Şaşkınlık ifadesini silersem gözlerimden,
Geçerse titreme ellerimden,
Oturabilirsem yerime,
Ve bulursam susup yalnızca beni dinleyecek birilerini
Anlatabilirim o zaman gördüklerimi...
Sondan başa akıyordu tüm zaman, tüm olan biten:
Şelale bütün celaliyle bir düşüyordu öykülere,
Bir sıçrıyordu yeniden doğduğu yere.
Tam sonunda filmin tutuşuyordu son kare ve sonra
Tek başına bir ağaç oluyordu ıssız ormanda
Doğranıp kibrit yapılacak.
Çağlardan İlk ateş oluyordu veya
Moskova Meydanında bir bidon benzin.
Geriye akıyordu zaman, daha geriye
Uzaklarda bir doğum,
Doğduğu için ananın hiç mi hiç sevinemediği,
Arkadaşlarını döven bir çit kalın kaş,
Kocaman bir kafa oluyordu.
Öyle uzaktı ki baş sona
Ve uzatsan elini sona, başa dokunuyordu.
İlk ıslık zordu biraz yorardı ağzı.
Okunan kitabın son sayfası yapışıktı kapağına
Okundu zor olsa da.
Orayla buranın masalları işbirliğine girmiş
periler aydınlatmıştı ortalığı.
Kent ışıkları karda daha mı parlaktı ne
Yoksa kara mıydı karadan daha yürekler.
Harran'dan geçer miydi turnalar?
Yahut turna mı hızlıydı umutları taşıyan uçaklar mı?
Orada
Emin Oktay'ın tarihi,
Ülkelerin coğrafyası
Boş geçen İngilizce derslerinin
Mutlu öğrencileri
Bir köprü oluyordu Zap Suyu'nun üstüne
Burada köprüler atılırken.
Onu görmek isteyen 'Her bahtı kara'dan biri geliyordu
Kendini taşıyarak;
Biraz sünepeliğini yoksulluğun,
Hasretini kalemsizliğin,
Burgacını sevgisizliğin,
Tarihini yenilgilerin...
İğreti duran üç beden büyük bir giysi oluyordu
Kent panayırında.
Gülüşüyordu yine de kentli çocuklar
Saklamaya çalışsa da o kocaman burnunu.
Bir kasırga kavururken Meriç'in ötesini
Yalayıp geçer miydi buraları da?
Eşkıyanın dağlarında konak kurdu fırtına
Ah! Hamido...Ah! Koçero ve sonra...
Dağlara bir de Deniz'in tuzu sindi.
Kentlerin yoksulluğu, kerpiç duvarlar
Beklerdi resmedilmek
Saman alevleri talipti ihaleye.
Çoban aldatan bu tabloda;
Avuç avuç çakır dikeni ve kanamış ellerdi en öndeki
Bir de ellerin sahibi Çin'e Maçin'e giden çocuklar.
Namluya döndü damarlar,
Ayrı denizlere dökülmeye mahkum olunca ırmaklar.
Rüyalar bölünmüş,
Uyutmaz olmuş ninniler,
Okullar öğretemiyordu...
Kimlikler bölündü en son.
'Sen! ' demekle başladı işkence zamanları,
Böyle seslenme hakkını tanıdı kendisine...
Eğilip sırtlarına aldı birileri...Bir daha inmek de ne?
Kirli bardakta bir çay,
Sucuk bulaştırılmış bir tost,
Örtüsüz soğuk masalar 'Gel! ' demişti
Sığdıramıyordu onu şimdi kendisine.
Cılga yollar patika,
Patikalar şose,
Şoseler asfalttı.
Bulvarları çok büyüktü; birkaç dilde bildiri sığardı ona
Ve Nevski Bulvarı kadar genişliğe
Potemkin Zırhlısı gibi ağır tarihler düşmeliydi
Çarlara inat.
Yollar kısalmıştı: Uzun Yürüyüşten sonra;
Bütün Koylar Domuzlar Körfezi,
Bütün bereler Yıldızlı,
Bütün bıyıklar Gorki
Ama, (Ho Amca) ya inat
Karasabana koşulu öküze 'Ho! ..' vardı buralarda.
Kar bile tutuşuyordu orada.
'Su da yanar'dı
Bir de tütün basılırdı yaraya.Düş sevda üzerine, eşitlik üzerine, kardeşlik üzerineydi ve sarhoş eden güzellliği ile 'Beni hep gör'cinsindendi.
Kezzap dökün!
Biber sürün!
Kaşıyın! Dedi mahir hekimler
Kan sıçradı bulutuna beyazın
Yüreklere, bilinçlere kardı sıçrayan.
Hassan Sabbah'ın haşhaşa kul müritleri kah dağdaydılar, kah metrolarında kapitalist metropollerin. Emreden kar ve kandı...efendileri aynı. Kar için tepsilerde bebe başı, genç başı, asker başı taşındı. Yanan dam, yanan can, yanan makinelerdi...Gerçekten yanan anaların yüreğiydi yalnızca.
Kaş daha kalın, bakışlar daha küstahtı.Yoktu ya iştahın sınırı.. Kan, dürttü zorbalığı ve korkunun göbek adıydı cesaret. Küçük kaldı can, gülmeler küçük kaldı. Çocuk düşleri küçük. Şuradan şuraya gitmek küçük. Ruh teslim oluyordu küçüklüğe. Budandı başka renkteki tüm güller, ne renk olduğu bilinmezken gülün. Daha uzun başaklar da budandı... Tüm deliler mahalleyi terk etti...
Takılıp Stalin bıyıkları, bütün Hain Troçkiler katledildi. Teftişteydi... gözler birkaç ışık yılı yukarıda... Küstah ve kalın kaşlarını gardiyan eylemiş adam. Birer sinekti hazır ol da titreyenler. Çok küçüktü onlar, çok daha küçüldüler... Büyüdükçe yukarılardan bakan.
Büyüklerle büyümüşler arasında bir pazarlık başladı... kıyasıya. Zarlar atıldı hileli masalarda. Kuralların keyfe keder konulduğu oyunlar oynandı... Aşikar etmedi kimse kimseyi. Pazar yeri hurilerle doluydu; seç, seç al. Hık deyici başları... Yardak ve sırt sıvazlaması... paranın bir bir açtığı kilitler...Ve Asri tarikatlar resmi geçidi. Ama her şey büyür de korku kalır mı? Büyüdü o da. Ve büyüdü uykusuzluk... Dağları istimlak etmişti korku....Gözlerin birbirine, kardeşin kardeşe, diline, dinine güven bırakmamıştı dağlar. Utandı tarih sayfalarında Bizans, kıskandı Makyevelli. Yaprak yaprak uçuştu yedi bin yıllık bezirganlığın kara kaplısı. Haşa! 2.Allah saydırınca kendini, vazgeçti ateist olmaktan. Ama Tanrının bundan olmayınca haberi... Korku dağlarda yenen biricik azık oldu. Yalnızlıktır bütün despotların en birinci düşmanları: böylesi bir durumda burnunu çeker insan, kaşır göbeğini de ve duyumsar çürük dişini, kaçış testeresiyle kıyılan midesinin acısını. En önemlisi.... Binlerce yıllık yenilgiler tarihinin imik sıkan kıskacını...Binlerce yıldır 'Bir baltaya sap olamayışın' yürekte pas bırakan burukluğunu; türkülerin, hoyratların, zılgıtların mükemmel ruh öğretmenliğine karşın. Ama çok zordu itiraf etmek, kendine ve başkalarına.
Köyler kasaba, kasabalar kent ve tüm kent dağ olmuştu. Tüm evrene açılan bir dağ...Dağların kalabalığına, ve onların; mitralyöz, uçaksavar, bomba, tüfek ve türkü seslerine rağmen yalnızlık... Yine yalnızlık... İhanetin, askerin, zehrin, suikastın korkusu kuşattı benlikleri. Kaçırır oldu kendini, bir uğradığı yere bir daha uğramadı, yurtsuz bir Çingene gibi, Geçmişe bir ok gibi fırlatılan hülyaların her şeyden koparan büyüsündeydi, var gücüyle sarmalıyordu onu: Kalabalık ve gürültülü üniversite kantinleri, Dünyayı yerinden oynatacak koca koca sözlerin yankılandığı mobilyasız dernek binaları... Kırmızı atkılı, kadife pantolonlu ve at kuyruklu ihtilalci kızların kekremsi koltuk altı kokularının sindiği sıralar anlık ta olsa yarım bir tebessüm armağan ediyordu kocaman dudaklarının kenarına. Diğerleri,dağda doğup büyümüş ve orada kökünden sökülecek çalıydılar, dikendiler, ottular onun için gözünde. Güdülecek sürüden de aşağı idiler kimi zaman. Dikilmekte olan eşi görülmemiş korku piramidini Firavun görse kaçar, Hitler görse utanırdı belki de. Evet...Evet bir Pol Pot anlardı onu.
'Çok Büyükler'den armağanlar geliyordu 'Mühürlü Tren'lerle. Bir rakamla başlıyordu banka cüzdanlarındaki ilk sayfalar, diğer sayfalar sıfırlarla doluydu, dolar işaretiyle bitiyordu. Kan kusturan silahlar geliyordu, kimliği bilinmez iri kıyım adamlar geliyordu sarışın ve kısa saçlı. Un ve ilaç geliyordu köylerden... ve gençler kavruk yüzleri, çatlak elleriyle... Halk, 'Önderini' yaratmıştı.
Yoğun trafikten medet umanlar, alıcı kuşlar, umacılar, ekmeğine yağ sürülenler, kırıntıyla beslenenler, pastanın büyük parçasının peşindekiler, babasına bile güvenmeyenler, din iman tacirleri, sahte tarihçiler, fırsat düşkünleri... Daha nice arsız, huysuz bir oldu. Kuyruğun sonuna yetişen kan emici ve ölü soyucularla tamamlandı manzara. Bekleyen anaya, yavukluya karşılık... Bebelerin açlığına, doktorsuzluğuna, köylerin susuzluğuna... Dağda da olsa kentte de, affetmezliğine uyuşturucunun...Ölüp gideni herkesin geride bir ömür koymasına ve o ömre anılar, insanlar, sevgiler sığdırmasına...rağmen çizilmeye devam ediliyordu tablo. Mahpusta ölenle gardiyanın, dağda vurulanla askerin illiyet bağı, ve müsebbibin hep aynı kaldığı tarih çökeltisi, Denize kapısı olmayan hapishane bir ülke düşü, 'Kaynayan petrol kazanı, Ortadoğu'nun bekçiliği için açılan ve soruları kanla yanıtlanabilen hileli sınavlara koşturuş... Bağnazlığın bölgedeki tarihsel yalellisi... Tüm Kutsal Kitapların zorunlu indirildiği ahlak toptancı halinin gece manzarası ülkeler, kavimler... Bağdat Kütüphanesi'ni yakma, Hallac'ı boğmanın küflü beyinleri... Nesimi'nin derisini yüzdükten sonra Kudüs'ün kutsallığını kimseye bırakmayan iki yüzlü yarasalar... Nazlı gelin Beyrut'u tanker tanker kanda boğanlarla oynaşıp adından Halepçe'de çocuklara ölüm serpenlerle suç ortaklığı edenler...
Ayakların bastığı aynı toprakların yengi ve yenilgi ortaklığının; kendini hep dayatmasına karşın bir türlü idrak edilemeyen Gelenek-görenek aynılığı... Sonuç; 'Yukarıdan aşağıya otorite, aşağıdan yukarıya sonuna kadar itaat' Oysa kim sağ çıkacak? Kim komutan ve nefer kim?
Bir asker komutanından geri ister gözlerini. Sandalyeler tekerlekli, parmaklar soğuktan kangren, bir elin parmak sayısını geçmeyen ayakta kalmışı gösterir koca bir parmak... Sallanan bir işaret parmağı, tehdit. Hareket halindeki her şeye kurşun yağdırtan korku... Uçak uçak, kamyon kamyon istif edilmiş mültecinin taşındığı uçakların ayan beyanlığı. Çaresizliği insanların ve ölümü göze alıp murada eremeden denizlerin mavi deliliğine gark olanlar... Failin meçhul kılınışı karanlık sokaklarda. Hizbullan'dan yağlı urgan domuz bağı, kanlı hançer, yağlı kurşun; kadın, erkek demeden... Zehir parasının kardeş kardeş paylaşımı herkesimden kirli savaş mensuplarının.... Hepsinin birlikte tamamladığı manzarada hep aynı megaloman kırık plak: İtaat! , Kendinleşmek! , Merkezi disiplin! , Direnç! , Mücadele! , Birileri için ise yalnızca Sıcak Döşek!
Zaman getirişi kendisini, kaçınılmaz oluşu gün bitişinin...
Her gecenin sabahının olduğu, lohusa gecenin mutlak doğuracağı...
Tarihin doğurganlığının at izi gibi ardından gidişi gerçeğin
.
.
.
İçindeki adamlık sesini hiç duymayıp ağanın sopasıyla uyanabilme sersemliğinin yaban ellerdeki hiç uyanmama ataleti. Dilini dişini bilmediği sürgün kentlerine daha önce varmış olanlarla yabancılık kaplamış hasbıhal, çiğ köfteli meyhanelerde... Yere inişi 'Tanrı Adam'ın. 'Bizim gibi'liği görülse de, kana cana bürünse de gizlenişi, masal bozulmasın diye. Yine poh poh yine yardak. İşe yaramazlar, işsizlik parasıyla geçinenler cumhuriyeti'ninbatı başkentlerine dönük duran kıblesi... İman edenler hazreti paraya...
'Tarihin rövanşını al! ' denilip hedefteki yel değirmenlerine tekrar saldıran postmodern Don kişotlar..., Küçük Cehennem bölgesinde Şer Sokağı.... Bu denli denk düşüş: Hayatın intikamı olsa gerek...
Ateşten ve kandan beslenince canavar, yurt edinemez oldu hiçbir yeri ve sığamadı hiçbir yere. Daraldı çember, sıktıkça sıktı mengene. Dayanamıyordu. Huriler sunulsa da, çiviliydi bütün yataklar. Kor halindeydi değdiği her şey, Ve cesur değildi kadim tarih yapıcıları gibi yanında baldıran zehri taşıyacak kadar.
Maddenin Sakımı Yasası idi bir kez daha işleyen: başka bir şeye dönüşmüştü zaman da. Dağ'ın yerini; uydular, radarlar, kanal kanal televizyonlar, muhteşem tarih manzaraları, moda, tekstil, iç geçirten hoş kadınlar, bin bir dilde şarkılar almıştı şimdi. Ama kısalıyordu mesafe hem avcı hem av için. Dağ dağa kavuşmazdı ama, kavuşurdu mutlak adam adama!
'Ahhh! ... Ne olur bir kavuşsam:' dileğini besleyen de bir ah, bir feryat ve gözyaşıydı. Suskun mezar taşları, ana çığlıkları, kopmuş kol ve bacakların dinmeyen sesiydi onu besleyen. İlk kez bu kadar enginde, bu kadar yanlarındaydı sanki... İstanbul, Ankara sokaklarında kafadan silahsız kılınmış bir güruh tarafından yakılan her bayrakta, ezilen her İtalyan malında, Yumurta sarısı ve domates ezikleriyle kaplanmış elçilik duvarlarında idi onun kafası. Küstah, mağrur koca suratındaki koca kaşlar en az peşindekilerin kaşları kadar çatıktı.
Binlerce iflas öyküsü bilmelerine karşın büyük patronları, ona şans vermeyi sürdürdüler yine de. Masum ve umulabilirden yola çıkıp (Yada öyle gösterip!) dünyaya bir yanda barbar bir katil, diğer yanda masum mu masum bir çocuk resmi gösteriyorlardı. Ve o ülkenin kuş tüyü yataklarındaki 'Kaybedecek bir çok şeyi olan! ' halkı olan bitenin ne olduğunu anlayamayacak denli uzaktı yüreklerinden ve akıllarından. O yabancı toprakların çocukları da dahil edildi, taraf edildi dövüşe; kapıp geldiler sapanlarını. Kamera ve fotoğrafa yasağı koyandı onlar. Kafayı gömüp kuma yeni planlar yapma zamanıydı devekuşlarının. Toprak çekiliyor, hava tükeniyor, denizler kabarıyordu; göz gözü görmüyordu sisten. Görmüyorlardı ya(!) yeterdi onlara.
Sonunda Büyük Demir Kuş'un sırtına bindirip onu uzak güney illerine zorunlu bir rotaya yönelttiler el birliği halinde. Ama....
Çok büyüktü çekim enerjisi. Zıt kutuplar birbirini çekerdi ya! Karıştı motor sesi kalbinin hızlı hızlı atışına. El sallıyordu kara bulutlar, dil çıkarıyordu fırtına. Ve gece hep karanlık kalacağı tehdidini savuruyordu.
.
.
.
'Hey! güçlünün kapısına kul oluşun kutsandığı toprakların insanları.... Ey zatı muhtremleri onların....
Tarih okumasına karşın kötü sonları yineleme azmi nedeniyle ödüllendirilmesi gerekenler hey!
Hak deyip, insan deyip, insan kanıyla beslenen herkes heyy!
Eyy! Firavun artıkları, tiran kalıntıları, Despot Demokratlar(!) sizi...' deyip sessizce, ama arkasını getiremiyordu insanlar.
Aynı kadere mahkum oluş her yerdeki kötülerle,
Her yerde solunuşu aynı havanın,
Dikenin aynı acıyı verişi battığında parmaklara,
Ve gerçeğin en uzağına konulmuş, zora geldiğinde anında yadsınacak yalanların benzemesi...
'Ah benim insanlığım! '
Her dokusu vıcık vıcık yenilmişlik yağıyla oluşturulmuş ebru...
Sıcak sütü üstüne dökmüş viyaklayan hırsız kedi...
Çocuğuna taciz etmiş ayyaş babanın yakalanınca kaçırmaya çalıştığı gözleri...
Arkadaşlarını satmış muhbirin insaf dileyen aşağılık yalakalığı...
Randevu evinde basılan evli adamın çarşafla saklanırken aynada yansıyan yüzü...
Üfürükçü hocanın gizli kameraya alınan görüntüleri karşısındaki pişkinliği...
Sarhoş bir rahibin Pazar ayinindeki hali...
Kendi mevzilerini düşmana gizlice gösteren askerin utandıran manzarası...
Kusma isteğini tahrik eden,
Acımanın daha sonra nefrete dönüşünün kaçınılmaz oluşu,
Kötünün ardından gidenlere beddua,
Her şey bilinenin hiçbir şeyliğine tanıklık,
Hayat sen hepsine kadirsin.
Yalnız kötüyü iyi etme şansın çok az galiba