Bol Kırıklı Parçalı Bulutlu
Dokunarak ulaşılamayan eklemlerim var, birbirinden ayrı ama bir
Eksiklerimi hayallerle tamamlıyorum.
Ellerimiz erişemiyor
Hayaller her odaya girip çıkabiliyor
Onlara yasak yok, hapis de yok
Ellerine kusur bulamam dokunamıyor diye
Tek kusur hayalsizliktir
Çünkü her gerçek mutlaka bir hayalle başlar!
Elle ulaşılamayan yalnızlıklarıma, kokun eşlik ediyordu, dokunamıyordum ama biliyordum, bunu bilmek hissetmekten daha fazlasıydı. Kırıklar gibi... Rüzgâra maruz kalan saç kırıkları gibi, her incindiğimizde sanki kendimiz incitmiş gibi suçluluk duygumuz gelişiyor. Kırıklar çoğalıyor incindikçe, çatlama devrini atlattık, çatırdıyoruz. Beklemekten geç olan tüm olayların da yasını tutuyoruz, ucu birbirine yanaşmayan asi cümlelerimiz var, her birinin isyanı ayrı, kendine özel. Kırıklarımız aynı en azından ya da birbirine benzetmeye çalışıyoruz.
Kaldığı yerden devam etmiyor hiçbir şey.
Devam ettiğini zannederken, seferi atlatılmış yolculuk gibi unutuluyoruz istasyonlarda. Nereye gideceğimizi bilememenin şaşkınlığı oturuyor yüzümüze, bu ifade bizimle birlikte büyüyor ve yaşlanıyor. Çünkü hiçbir yere gidemiyoruz. Gidememekten yorgunuz, gitmekten değil. Ayaklarımız durduğu sürece oturduğumuz yerde, bu yorgunluk bitmeyecek ve bekledikçe daha çok incineceğiz. Kırık, dökük bir pul gibiyiz mektupların üzerinde, her birimiz ayrı el yazısının üzerine iliştirilmiş, ait değiliz o el yazısına.
Başka kahramanları anlatırken, kendimi buluyorsam, o kahramanların hikâyelerine sığınırken, kendi hikâyemi çiziyorumdur, başladığı yerden, başlayamadığı gibi. Başlayabilseydi eğer hikâyem; kahramanı olurdum bu aşkın. Aşk sendin, sana yakıştırdım en çok, herkesin üzerinde bol gelen ya da dar gelen emanet bir elbise gibi durdu ama sana tam oldu. Kendi hikâyemin katiliyim, pişman değilim, kendimden vazgeçmeseydim, seni bulamazdım.
Her aşkın içinde bir çatlak gizlenir, o aşk oluşmadan önce yer eder o kırık içine. Sonra en zayıf anında kırılır o çatlak tam ortasından değil, düzensiz kırılır, sağından ama en çok solundan. Düzensizdir kırıkları ve kendi içine batacak kadar zalimdir.
***
Dokunduğundan beri dokunulmadı saçlarıma ya da yüzüme. Yüzüm üzgün, yüreğim mutlu. Sürekli aynı şeyi düşünmenin vermiş olduğu ezberimin rahatlığı var hüznümde ve ellerim belki de ihanet ediyor dokunuşlarına. Her defasında sağ tarafımı düzeltmeye çalıştığım saçımla başım dertte, sağ tarafı düzeltmeye uğraştıkça sol taraf düzelmiyor. Düzelmez de biliyorum, bunu düşünmenin ne yeri ne de zamanı belki. Ama düşünüyorum, hayatın koşturması içinde ve günün en yorgun ve yoğun saatlerinde, tüm bunların içinde düşünmekten yorulmadığım kelimelerin var. Benim için hâlâ anlamlı, belki senin için anlamını yitirmiş.
'İşte tam o kelimeydi beklediğim' dediğim her şeyi, hem de bekletmeden söylemiştin bana. İşte o kelimeler olduğu için gidemem. Geriye kalan tüm kelimeler acıtsa da, en sivri yerleriyle dağıtsalar da gezegenimi, ben dünyanda mutluyum.
Mutluluğum yollara saçıldı, üzerinden bir sürü arabalar geçti, ama biz biliyoruz zaten, ezilmeden mutlu olunamayacağını. Ezildikçe olgunlaşıp, ezildikçe olması gerektiği gibi olan, o olmanın, olgunluğun hakkını verebilen bir şey bu. Daha zor olmalı olgunlaşmak, bunun için uğraş verilmeli, o kadar uğraşılmalı ki, unutmalıyız mutlu olmayı.
Bakışlarım telaşlanmayı unuttu, yorulunca telaşlanmaya vakit kalmıyor belki de. Canımı sıkan her konudan dolayı ellerimden aldım hıncımı, avuç içlerimden ne istiyordum, bilmiyorum ama tırnaklarımın gazabına uğruyordu her geçen gün. Yaralara her gün birisi daha ekleniyordu. İnsan yaşlanmıyordu aslında sadece yaraları eskiyordu, bu da yaşlı bir görünüm kazandırıyordu ya da kaybettiriyordu.
Yaralarla kırıkların kesin bir akrabalığı var ya da bir dostluğu!
Yeniden güzel kaynaması için, tamamen çirkince kırılması gerek bir şeylerin. Kırılmadan tamamlanmıyor parçalar, tekrar birleşmek imkânsız, yeterince parçalanmadan.
İşte bu tam da bize göre bir teselli gibi geliyor bana. Yerinde söylenilen tüm sözlerin geliyor aklıma, burnumun direği sızlıyor. Hemen akabinde gözlerim doluyor, ağlamamı istemediğin için nefret ediyorum ağlamaktan.
Ayağa kalkmaya çalışıyorum, olmuyor. Ağırlık varken içinde, kalkmak işkence gibi. İçindekilerin ağırlığı çökertiyor insanı, yerinde kalmak bu yüzden çare ve beklemek her seferinde aynı.
Ayağa kalkmak için her yükseldiğimde, uçtuğumu zannettiğim anda düştüm, bu düşüş bana hep acemi serçeleri hatırlattı, cama çarptığımı, dizlerimdeki çiziklerden ve vücuduma bulanan çokça kırmızıdan anladım düştüğümü. Düştüğümde kanatlarım cama çarparken melodik bir ses çıkardı, zırıltımı bile sever oldum. Düştüğüm yer değildi önemli olan, neden düştüğümdü!
Her düşüş beni dibe indirmeye çalıştı vakti zamanındaki kırıklara benzemiyordu bu düşüşler. İnsanın kendi gözünde düşmesi, bir serçenin anne gözünden düşmesi gibi bir şeydi.
Kötüydü.
Yedi Kasım İki Bin On Üç 17 00