cana sem düşende
Olup olacağımız en nihayetinde bir tutam murt dalı ise, ne hükmü vardır yaşamanın?
On yedi günlük Anamur tatilimde, zihnime not düştüğüm yegâne cümle bu kaldı geriye... Burada tarihi bir Türk geleneği yatıyor aslında. Ziyaret etmiş olduğumuz her mezarın üzerinde, kimi yer yer kurumuş ve tazeliğini kaybetmiş, kimi sanki bir lahza öncesinde dikilmiş ve sulanmış gibi ışıl ışıl bir berraklıkla parlayan binlerce murt dalı gördük. Bu bitkinin gerek o buruk kokusu gerek temsil ettiği tazelik, Yörük inanışına göre merhumu sarıp sarmalar, dahası en olmaz kötülüklerden korurmuş. Bunun yanında işlediği günahlardan da arındırırmış.
Öğrenmiş olduğum bu yeni ve enteresan bilgi, tatil boyunca zihnimi meşgul etti. Hakikaten de doğru değil mi? Çalışıyoruz, çabalıyoruz, ağlıyoruz, gülüyoruz, yaşamak denirse bu sonu izi belli olmayan maceraya, yaşıyoruz işte. Ne için peki? Aslolana ulaşmak, öz vatana dönebilmek için... Kabrimizin kalbine dikilecek bir tutam murt dalına yol olabilmek için. Toprağın kimyasına karışıp, hammaddemize ulaşabilmek için.
Yaşıyoruz alabildiğine hükümsüz, itinayla ölüler defterine şerh düşülebilmek için...
Her birimiz usta bir cambazız aslında, erinç adını kuşanmış yağlı bir urgan üzerinde, pürdikkat yürüme çabası sergileyen... Dengeyi sağlamak adına elimize aldığımız o yatay konumdaki çubuk ise, hiç yoktan var etme çabası güttüğümüz mutluluk adı verilen duygu olsa gerek... Peki ya ani bir dikkatsizlik sonucu, elindeki çubuğu yere düşürüvermiş sakar cambazlara ne demeli? Ah o beceriksizler! Ellerinde tutmaya muktedir olmaları gerekirken, bir çubuğa bile sahip çıkamayan aciz cambazlar yığını işte...
Bu cambazlar için iki seçenek kalmıştır. Ya kaderlerine boyun eğip, düşüvereceklerdir aşağıya, ya da kollarını büyük bir özenle açarak, kendilerine yeni ve yapay bir denge oluşturmaya çalışacaklardır. Tam bu noktada, yine tüm benliğimle ve kollarım dik bir açıyla açılmış vaziyetteyken ruhuma seyre dönüyorum işte.
İşin aslı kendim kadar inatçı bir cambaz da görmedim doğrusu. Bin düşüşe inat, bin birinci kalkışımla yeniden ayak izi sürüyorum merdivenlerime doğru.
Çubuğuma sahip çıkamamış olabilirim, yağlı urganda, sarıldığım tüm gayretimle yürümeyi bile başaramayacak kadar aciz olabilirim, dahası o ipte yürümek adına yaratılmamış olabilirim. ( sanırım en radikali ve en doğrusu da bu sonuncusu oldu tespitlerimin ) ancak bunların hiç biri benim mücadeleci ve ödün vermeyen pozisyonumdan taviz göstermemi mantıklı bir ibareyle açıklayamaz.
Nihayette en usta cambazın bile bir gün ayağının kayacağını ve ölüm adı verilen o boşluğa yuvarlanacağını dikkate aldığımızda ne anlamı kalıyor düşüşlerimin? Bir eksik, bin fazla belki ama aşağıda buluşacak olduktan sonra, dahası bu düşünceye erişebildikten sonra, çok da hükmü kalmıyor, ip üstünde yürümelerin...
Beni, bunları ifade etmeye iten temel sebebin, içsel monologlarım olduğunu, zihnimin sorgulayıcı hedeflerine karşın, kalbimin suçsuz insanların psikolojisi ile yarattığı isyan anaforunun aksinin, ellerimde, gözlerimde, dudaklarımda ve yüz hatlarımda oluşturduğu hengâmeyi bilmiyorsunuz siz, üstelik bilmeyeceksiniz.
Suç ve Ceza'yı okuduğum anki psikolojimi düşlüyorum da hiç aklıma gelmezdi bir gün ete kemiğe bürünmek suretiyle bir Rodion Ramanovic Raskalnikov olabileceğim. İnsanın kendi kendini yargılaması kadar derin bir muhakeme olmasa gerek... Ki ben zaten bunu daha önce de ifade etmişim:
Bir ömür kendi vicdan mahkememde yargılanmaya mahkûmum artık,
Rabbim senin cehennemin benim kendi içimdeki cehennemin yanında serin bir vaha...
Diyerek...
İnsan ne ekerse onu biçiyor. Ne hata işlerse, günahının kırbaç izini, daha bu âlemde emin vuruşlarla teninde hissetmeye başlıyor. Sorguluyor, irdeliyor, kahroluyor ancak bir çıkış noktası bulamıyor. İnsanın kendi kendine verebileceği cezaların yanında, fizikötesi işkencelerin bile hükmü kalmıyor.
Son iki yılıma baktığımda, bir hata dehlizinde sıkışıp kalmış ve olmadık günahlarla boğuşan bir insan müsveddesi görüyorum. Günahlarımın bedelini, yarattığım mutsuzluk fırtınasında savrulmakla ödüyorum oradan oraya. Biliyorum, suçluyum. Ve tanrı şahittir; bu mutsuzluklarımda ( son iki yıldan bahsediyorum ) en büyük payı, hani derler ya aslan payını şahsıma ayırmış bulunuyorum. Günahlarımın bedelini hem bu dünyada, içten içe varlığımı sorgulamak suretiyle, hem de bilinmez âlemde önüme sürülecek işkenceler yekünüyla ödemeye razıyım. Dolayısıyla, isyan etmişlerden olmayı, şahsıma men ediyorum. Cehenneme giriş biletimi itinayla muhafaza edip, en kutsalımmışçasına ona özen gösteriyorum.
Tam iki yıldır, ait olduğu denizden yaka paça çıkarılmış ve kızgın kumların ortasına bırakılıvermiş bir balığın içler acısı kıvranışlarını sergiliyorum. Evet diyorum, şu yana atılırsam ait olduğum yere kavuşacağım. Netice: kızgın kumlarda bir arpa boyu kat edilen mesafe... Tamam diyorum, eminim diğer yana atarsam kendimi, serin sularıma ulaşacağım, nafile... Bu savruluşlar sırasında elbette yara almaması düşünülemez bu zavallı balıkcağızın. Dahası salt kendine değil verdiği zarar, kumlar üstünde tasasız yaşayan diğer canlıların da yaşam hakkına gasp ederek, inciterek ve hatta öldürerek belki...
Evet, küçük, kırmızı balık! ( nedense böyle bir balık tasvir ediverdim gözümün önünde)
Sen suçlusun!
En başta tanrının sana sunmuş olduğu teni, böylesine hırpalamak suretiyle oradan oraya savurduğun için, dahası incittiğin diğer zavallı canlılar için.
Suçlusun sen, en doğru hamleyi gerçekleştirerek, seni aydınlığa ve serinliğe ulaştıracak o doğru yola ulaşamadığın için...
O da suçlu!
Seni ait olduğun denizinden kopardığı için. Cismine muhtaç olduğun elleriyle, seni o kum yığının ortasına, kızgın güneş eşliğinde terk ettiği için. Yaşama hakkına gasp ettiği için.
Üzülme sevgili balık!
Asıl suçlu o...
Şimdi diyor ki;
Ben aslında o balığı denizinden ayırmak istemezdim,
Onu incitmeyi aklımın ucundan geçirmezdim,
Ya da diyor ki,
Ben o cambaz ip üstünde yürürken, dengesini bozup, denge çubuğunu kaybetmesine sebep olmak istemezdim,
Onun aşağı düşüşüne sebep olmayı asla hayal dahi etmezdim.
Yalan!
Yalan olduğunu ısrarla belirtmemin sebebi ise, bu arkadaşın aslında koyu bir akvaryum meraklısı olup, öldürdüğü bu balığın peşi sıra yepyeni bir balıkla ( ki onu kızgın kumlara atma eğilimi sergilediği asla söylenemez) hayatına devam edişi...
Şimdi söyleyin bana
Kim küçük kırmızı balığın, balıkçıya sevgiyle, ? iyi ki attın beni o yakıcı kumların üstüne? demesini bekleyebilir?
Seni affetmek dilimden dökülecek bir sözcüğe bakıyor değil mi?
Söyle!
Sen canını canından alanı affedebilir misin?
İçinde yaraların en onmazını açanı,
Seni cehenneme hapsedip kendi cennetinde umursamaz bir edayla savrulanı affedebilir misin?
Düşlerini yıkanı,
Yıkılan düşlerinin üstüne bir başka tenle yeni düşler inşa edeni,
Söyle Allah aşkına!
Sen taparcasına âşık olduğun sevgiliyi, başka tenlere emanet etmeyi kabullenebilir misin?
Seni affetmek kolay...
Ama bil ki ben affetsem aşk affetmez
Aşk affetse, tarih affetmez
Tarih affetse tanrı affetmez...
Onun tenini sarıp sarmalayan, düşlerimdeki gelinlik şahidimdir;
Senin üstüne hiçbir sevgi yerleştirmeyeceğim...
Hiçbir tene sana dokunduğum gibi dokunmayacak,
Kimseyi seni öptüğüm gibi öpmeyeceğim.
Kiminle aynı yatağa girersem gireyim
Bil ki yalnız seninle sevişeceğim...
Ama seni asla affetmeyeceğim...
Olup olacağımız en nihayetinde bir tutam murt dalı ise, ne hükmü vardır yaşamanın?
Sessizce mahşerimizi bekleyeceğim...
?bana yazma, kendine yaz, nasıl olsa sileceksin?
Ömrümü sildiğin gibi...
sem: ağu, zehir