Çaresizlik Ve Umursamazlığın Flörtü

İstanbul'dasın, bazen Orhan Veli'nin dizelerinde İstanbul'u dinliyorsun gözlerini kapatarak. Bazen sen de diğer kalabalık insan yığınlarıyla birlikte amaçsızca yürüyorsun İstiklal Caddesi'nde, Şişli'de ya da Kadıköy'de, Moda'da... Seviyorsun burayı; çünkü senin memleketin, doğduğun, büyüdüğün şehir... Birkaç aylığına bile olsa uzaklaştığında, hayatındaki kadını ya da adamı, ya da ananı, babanı özler gibi özlüyorsun bu şehri. Her gece burada uyuyor, burada uyanıyorsun; gözlerini İstanbul'da yeni bir güne açmanın heyecanını her yeni günde mutlaka yaşıyorsun.

Bir sabah gözlerini açtığında, hayatında hiç görmediğin bir memlekette gecenin ayazında onlarca insan ölmüş oluyor. ?Kim öldü?? ?Kim öldürdü?? diyorsun gözlerindeki çapağı silerek. Gözlerinden parmağına o an için sana bile fark ettirmeden akan bir damla yaş geliyor. ?Niye?? diyorsun tekrar, ?Kim öldürdü?? ?Ölen kim?? ?Neden?? diye soruyorsun...

Bir haber spikeri: ?Kürtlerin haklarını savunduğunu iddia eden bir grup insan, Türkiye'nin bekasını korumak isteyen bir grup insana saldırdı? diyor. Yüzünde bütün yaşananları kanıksamış vurdum duymaz ifadesiyle, sanki karşısındakiyle öylesine konuşuyormuşcasına...

Birkaç saatte, belki birkaç dakikada, bütün yaşananları unutarak dışarı çıkıyorsun. Sokakta aynı sesler kulağına fısıldamaya başlıyor. Tersten esen bir lodos edasıyla, bütün hırçınlığı ve ön yargısıyla: ?Kürtler!? diyorlar, ?Kürtler askerlerimizi öldürmüşler!?

İstiklal Caddesi'nde bir vitrinin önünde durup ?Ben mi öldürdüm? O insanları öldüren Kürt ya da Türk ben miyim?' dermişcesine, hayatında ilk defa büyük şehir görmüş bir köylünün safça etrafına bakmasını andıran bakışlarınla kendine sormak ihtiyacı duyuyorsun. Bir anda yalnızlaşıyorsun... Belki: ?Ben, ben öldürmedim, o canlara ben kıymadım? diyorsun. Belki de aldırmadan yoluna devam ediyorsun.

Birkaç adım ötede yaşlı bir kadının çığlığı duyuluyor. Elindeki çantayı almaya çalışan bir çocukla itişiyor. Sonuçta kazanan taraf çaresiz taraf oluyor. Belki çanta çocukta kalıyor belki kadında, sonuç hep aynı. Etraflarında toplanan kalabalıktan sinsice, suçlarca bir ses kulağına ilişiyor: ?Kürtler işgal etti İstanbul'u? diyor, ?Kürtler çaldı çantaları...?

?Yine mi ben yaptım?? demekten kendini alamıyorsun. Nasıl oluyor da doğduğun büyüdüğün şehrini işgal ettiğine anlam veremeden devam ediyorsun yoluna. Yüzünde çaresizlik ve umursamazlığın flörtü ile doğan hafif bir gülümsemeyle, arkanda bırakıyorsun o meraklı yığını...

Derken, kulağına uzaklardan bir ses geliyor. Kendi kendine: ?Yeni çıkmış bir albüm galiba' diyorsun. Bir adam annenin babanın aksanına benzer bir aksanla kısacası Kürtlerin Türkçesiyle İngilizce ne söylediği bile anlaşılamayan cümleleri yığıyor kulaklarına. Şarkı diye, Türkü diye... Kürt diyorlar ona. ?Oysa o şarkının çaldığı kitapçıda Mehmet Uzun'un kitapları var. Oysa o kitapçıda Yaşar Kemal'in romanları var? diyorsun. Hani ?hepinizin her delikanlının ilk aşkına şahitlik etmiş Ahmet Kaya da var? diyorsun. ?Onlar da Kürt? diyorsun tüm suçlamalardan kendini kurtarmak çabasıyla... Neden böyle bir şeyi birilerine ispatlamak zorunda olduğunu bile anlayamadan. Hatta, neden illa kendine insan olmak yerine, bir gurup kimliği, bir ırk aidiyeti vermek zorunda kaldığını, zorunda bırakıldığını bile anlayamadan. Yürümeye devam ediyorsun.

Sırtında bir el... Bir dokunuş oluyor... Tanıdık bir ses... Eski bir okul arkadaşın ya da iş arkadaşın oluyor o samimi el. Kalabalıkları yarıp seni buluyor. Düşüncelerinden uzaklaştırmak istermiş gibi: ?Bir kahvehaneye oturalım? diyor...

Oturuyorsunuz. Bir bardak çaya neleri katabilirsin... Bir bardak çaya bazen bir ömür katarsın da doya, doya yudum, yudum anlatırsın... Ya! Lakin bu sefer tıkanıyor boğazında bir düğüm misali her cümlen... her düşüncen...

Anlıyor arkadaşım dediğin yabancı, ?Ne oldu?? diye soruyor. Biraz sıkılgan,
hatta -tüm yaşananlardan olsa gerek- biraz ürkerek anlatıyorsun. ?Ben? diyorsun, ?Kürdüm?. Bir akşamüstü okuduğun, adı bile aklına gelmeyen ünlü bir yazarın mısralarını anımsıyorsun. ?Evet? diyorsun. ?Ben İstanbul'da trafik sıkışıklığında büyümüş bir Kürdüm. Annemin babamın: Aman oğlum, aman evladım; okulda, sokakta ben Kürdüm deme (!) dediği Kürt benim. Belli bir yaşa kadar Kürt kelimesinden utanan, utandırılan Kürt benim? diyorsun...
Hala ve inatla, neden ?'ben insanım'' demek yerine, ?'ben kürdüm'' ya da ?'ben türküm'' demek zorunda kaldığını anlamamış olmanın verdiği acıyla, gözlerin bir parça daha kısıyorsun.

Karşında yüzüne ahmak bir yalnızlığı vuran şaşkın ve bir o kadar da garip bir gülümsemeyle teselli verilmiş, ödül verilmiş cümleler beliriyor: ?Olsun (!) benim çok Kürt arkadaşım var? diye garip bir ses çıkıyor. Kafan bir parça daha öne eğiliyor. Hani o yüzündeki çaresizliğin ve umursamazlığın flörtü var ya, o bitiveriyor sanki o anda. Elinde bir demet çiçekle sevgilisi tarafından terk edilmiş, bina-duvar kapı-duvar terk edilmişliğin tedirginliğiyle elinde bir çiçekle affedilmeyi bekleyen bir delikanlı oluyorsun ülkenin kapısında. Yalnızlığa mahkum edilmiş... Sırılsıklam aşık... Kapı-duvar bina-duvar, beton yığını bu şehirde. Elinde bir demet çiçekle terk edilmiş bir delikanlı oluyorsun ?sevgili? vatanının kapısında.

11 Mart 2009 4-5 dakika 4 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar