Cennet Avcıları

İkindi vaktinin serinliği çökerken, sokağın girişinde beklenmedik bir hareketlenme oldu. Tam o esnada ağzım ayrılarak esnediğimde, her zamanki gibi gözlerimden yaşlar süzüldü. Ne sevinç ne de üzüntü gözyaşlarıydı. Kökenini pek merak etmediğimden anlamsız gelirdi bana. Ama bu kez olacak olanlara peşinen dökülmüş gözyaşı gibi geldi.

“Geldi” dediler. “Beklediğimiz günah geldi. Hem de büyük günah… işlemek için sabırsızlanıyoruz.”

Toplumun sözlü ahlak yasaları, içsel inanç yasaları, hatta yazılı hukuk yasaları tüm olup bitenlere cevaz verecekti.

Ayıplama, günah ve cezadan muaf olacaktı.

Gençlik çağının hemen başında gibi gözüküyordu, daha çok çocuksu duruyordu sümesi, belki de çocukluğunu henüz atlatamamıştı üzerinden. Her şeyi bir “oyun” sanıyordu. Bunu tüm kötülükler peşine takılmışken oyun oynar gibi sekerek gelmesinden anlıyordum. Üstü başı kir pas içindeydi. Gariban olmasından belliydi, çok da aç olmalıydı. Bitap düşmüş körpe bedenin sönmüş, solmuş, göz ferinin canlılığı gitmiş bakışlarıyla tam önümden geçerken göz göze geldik… Utandım.

Ama,

“ Aman Tanrım!” dedim içimden. “Bu nasıl bir çirkinliktir” diye düşünmekten de kendimi alamadım. Aç, susuz, yorgun, çaresiz, güçsüz ve çirkin… daha yok muydu yükleyebileceğimiz olumsuzluk?

Olmaz mı? Bu sıcakta üşümüş gibiydi, soğukluk sendromuna yakalanmış gibi büzülerek ısınmaya çalışıyordu.

Üstüne üstlük;

Üzerine çullanmak için fırsat kollayan, peşine takılmış günah yüklülerin sıra sıra olmuş zincirine baktı, neredeyse eline eteğine yapıştıkça yapışmış bırakmak istemiyorlardı.

Takvime baktım… ne ay vardı, ne hafta, ne de gün. Zaman sayıların arasına sinmiş, silinmişti. Yoktu, utanmıştı. Boş bir yaprağın arkasına gizlenerek yok olmak istiyordu.

Gerçeklik dışı bir durum mu yaşıyordum. Serinliği içime çekip, sigaramın yanık ucunu hafifçe tenime dokundurdum,” canım yandı” öyleyse gerçekti bu durum. İkindi vakti rüya mı görülür ki değil mi?

Keyifler, hiç bu kadar can yakar mıydı?

Arkasına dönüp yeniden bir kez daha bana baktı. Ne garip, ben bu bakışlardaki anlamı tanıyorum, biliyorum. Çünkü hiç yabancı değildi, ben de defalarca öyle bakmıştım geçmişimde birilerine.

Tıpkı…

“Tanrı’ya bakar gibi bakıyordu.”

Zaman yine dalgalandı, beynimin içindeki frekanslar sağa sola koşturarak çığlık atıyordu değiştirmek istediği zihnimin boyutlarını kemiriyordu.

Karanlık ve kötülük…Sindirilemediyse bu duygular en azından zamanın bir köşesine sinmeliydi.

“ Hey! Ben buradayım.” Sadece bir ses yankılandı, ışık henüz ortada yoktu. “ne olur bırak boğulayım”

“Hadi çekilin kenara” dedi! “iyiliklere” şeytan.

Terk edilmiş, kötülük yüklü insan kokularının silindiği bir yere sinmek istedi, her türlü açlığa, açıklığa rağmen ağır basan korunganlık isteğiyle usulca, dinlenmek istedi. Belki de ölümü yaşamak istiyordu bu gencecik çocuksu yaşında huzur içinde.

Huzur ya… Ne güçlü bir sözcük.

Gözden kaybolmadan önce son bir kez daha dönüp bana baktı, masum gözleri hafifçe yaşarmıştı.

Tanrı’ya bakar gibi Tanrı’ya yalvarır gibi Tanrı’dan umar gibi bakıyordu bir kez daha ama umutları kırılmışlık taşırken.

“Ne olur yardım et!...”

Hadi ne duruyorsun, saf, günahsız ve savunmasız olana neden direnmek için yeterli gücü vermiyorsun. Münkir ve menkir’e ne oldu… ya da Harut ile Marut yeryüzünden ne çabuk usandılar.

Yoksa bizi mi yetkili kıldın onların yerine, halef mi olduk?

Yardıma gitsinler, yardım etsinler diye gönderdiklerin de “bak” seyreyleyerek günahı katlayarak izliyorlar. Gülüyorlar, eğleniyorlar, zevk duyuyorlar, keyif çatıyorlar…

Ve bunları yaparken senin adını kullanıyorlar, duymuyor musun, görmüyor musun?

“Yoksa tüm bunları sen mi istiyorsun…ey Tanrım!”

Issız bir yere sığınmıştı… gece çığlıklarını duyuyordum, ta dibine kadar bastırıp kapattığım kulaklarımda, gecikmiş bir kıyamet sesi, bir sur üflemesi. Kötülük, çevresinde dolanıyor, kuşatıyordu adım adım sessizce, sinsice. Korkuları bu kötülüklerden kaynaklanıyordu, çığlık çığlığa geceyi yırtıyordu.

Ve karanlıktaki gözler gitgide yanaşıyordu, kendisine “av”ca…

Hadi beni kov! Bu kadar aşağının, aşağısı olur mu? Cehennemle mi korkutacaksın yine, yakarım yıkarım ha! Ben gönüllüyüm artık, diye düşünmüş olmalı. Böyle feryat ediyordu.

Ve babacan edalı bir bilge belirdi, dediler. Sevindik, insanlık adına hayvanlık adına, kötülük adına iyilik adına, canlı cansız her şey adına. Koruyucu melekler bir sanrıdan, gerçeğe dönüştü nihayet, dedik.

Tanrı adına… Çok şükür.

“Hadi götür” dedi. Birlikte yaşadığım kadın elime bir tas“iyilik” tutuşturmuştu. “al bunu, hiç olmazsa bir nebze soluk alsın zavallı yavrucak.” İyilik kırıntıları kurtarır mı ki?

Ürkek ve şaşkın bakışlarıyla bir çalılığın arkasına sinmiş, korkuları da kendisine sindirerek yine bana öyle bakıyordu, aynı bakıştı. Gözlerindeki anlam, “sen benim için metafiziksin, anlayamam ki” yüklüydü.

“Tanrı gibi…”

Ah!...Neredesin be çocuk.” Tedirginlikten kaygıya dönüşmüştü vehimlerim. Bilirsiniz kaygı süreklilik haline dönüşürse korkularımızın esiri oluruz. Buna izin vermeyin, kölesi olmayın kendinizin ve korkularınızın.

Çünkü korku; cehaleti yenmenizi engeller, cahillik de kötülüklerinizi…bu böyledir. Bilgiye korkuyla yaklaşmayın sarılın ona, çünkü siz sarılmaz iseniz bilgisizlik, basit bir ipi yılana çevirir. Merak edin ki, bilgi size gelsin.

“Ne oldu verdin mi? Başımı salladım.

“ Hı…hı ama doymadı. Ve bana bir soru sordu.”

“Adem’in elması, bu kadar olgunlaştı mı?” Duyguların kabarıklılığı, duyguların mayası, duyguların enzimi mi suçlu?

Saftı, ilkti, dünyevi değildi… bir iddianın konusu olacak durumda değildi. Yeryüzüne indiğinde cenneti de unuttu, Tanrı’yı da…

Ve “ilk günah” kavram olarak kendisine yüklendiğinde şunu düşündü. “Yol bulan akıldır, zihindir, sezgidir.” Şeytan cahillikte gizlidir. Ve cahil olanlar, akledenleri “yol”dan çıkmakla suçlarlar oysa bu suçlamayı onlara şeytan yaptırır. Onun, aklını kullanamayan hizmetkarlarıdır.

Kızmayın… Günahlar, bilgisizlikten nasıl doğuyor görüyor musunuz?

Şeytani yanıltma ha! Öyle mi diyorsunuz? Yanıltma korkunun eseridir, korku da cehaletin. Sizin bilgisiz ve cahil kalmanızı isteyen rahmani değil şeytanidir. Bunu kendi zaferleri için isterler ve kolay yönetilirsiniz.

Korku için kendinizden başka bir varlığa da ihtiyaç duyarsınız, tek başına korku olur mu ki, her şeyin bir kaynağı vardır. Onu üretecek sizden başka, başka şeyler de olmalı. Öyle değil mi bir düşünün isterseniz… korkunun temeli yalnızlık değildir, süje tek başına korku üretmez, saftır temizdir.

“Sen ne dedin?”

Süleyman’a zenginlik ve egregorelere karşı egemenlik veren. Davut’a demir gücü, hem de Golyat’ı yenme gücü veren. Eyüp’e sabır, İsa’ya eziyeti neden versin, diye söylendim. Hatta kendi içinde bile tezatlık oluşturarak neyi anlamak lazım.

“Sen metafiziksin aslında korkuyorum senden… dışrak olan içrek olanı bilmek zorunda değildir ama içrek olan dışrakı bilmek zorundadır. Yani sen beni bilmek zorundasın.”

“İstersen tüm bu inenlerden çalarım senin için, hepsinden birer parça…ve sana veririm ama yüzeysel, katılmasız, pratik bilgisiz hedefe ulaşamazsın.”

“ I…ıhh, dedi. İstemem, hem de hiçbir şey, bunlar benim için değil, sen kötülükleri uzak tut ki ben “saf” kalayım. Yoksa kirletecekler beni.”

Çirkinlik mi o sizlerin uydurması ama yine de öyle düşünüyorsanız, şunu bilmelisiniz ki.

Eğer çirkinseniz, çirkinliğinizi size ait olmayan güzelliklerle kapatmaya çalışmayın, çünkü orijinallikte çirkinlik yoktur. Onu da siz üretiyorsunuz. Yani çirkin kavramı sizin beyninizin dolaysıyla toplum bilincinin ürünüdür.

Bakmayı, görmeyi öğrendim ondan…

Zaman bizi nereden bulmuştu ve nasıl bir mekana bırakıvermişti böyle savunmasız ve çırılçıplak. Ve üstüne bir de kötülük öyle mi? Bunları kim üretiyor.

Varlığımız üç merkezden yönetilir. Üç merkezin oluşturduğu alt düşünce skalaları da vardır ama bunlar birbirine bağımlıdır.

Kendi irademizle…ama bu nasıl bir iradedir. Bize öğretilen dayatılan analitik düşünme sistemi miyopik zihinler üretir, hiçbir zaman geneli ve çevremizi ruh halimizi ve ne olduğumuz sorusunu, net bilinçle göremeyiz. Seçenekler imkanı sunulmayan ama sanki öyleymiş gibi, sunuluyormuş gibi bize gösterilen “imkanlar bütünü”yle kendi biçimselliğimizi dizayn etmemizi, tasarlamamızı mı istiyorlar.

Kim?

Hayvanız biz…Tanrısız insanız biz…Tanrılı insanız biz. “bir, iki, üç.” Var mı başka ekleyebileceğiniz bir şey.

Bunlar cennet avcısı, herkes kendi cennetinin avcısı.

Hemen bazı sözüm ona beyinleri kabuklaşmış, hatta tahtalaşmış, odunsulaşmış, katılaşmış bazı cahiller bu ifadelere yaftalar yapıştırabilirler, aslında yafta yapıştırma bile bir ustalık ister, nerde sizde o ama umurumuzda değil.

Ve hatta kendilerine, seçmiş oldukları özel “uzmanlık alanı” dahi bulunabilir. Bu da umurumuzda değil. Sonuçta kendilerini “entelektüel seçkin olma” hastalığına yakalanmış, zihinsel miyoplar olarak görürüz bunları. Bunlar hedeflenen belli bir eğitimin tahribata uğramış beyinleridir. Bu haliyle bunlara ancak üzülebiliriz, acıyabiliriz…o kadar. Bunlar “Tanrısız insanlar…”dır.

Hadi zihninizi zorlayın da görelim sınırları belirleme yeteneği var mı ki sizde. Bu yol vardır…ama tekniği farklıdır. Ey siz, modernizmin köleleri! Bunu anlayamazsınız…zihinsel miyopluğunuzu bir kenara bırakıp bir kez olsun saf bakmayı deneyin…belki. Bunu yani zihinsel miyopluğu dahi elde edemeyenler, siz susun ve bakın ve taklit olun ve bir maymun gibi yaşayın. Değersiz olun, önemsiz olun çünkü kendinize ölçü olarak bunları seçmişsiniz. Beyniniz yok sizin…

“ Ne olur biraz Tanrılı insan olun, olun ki sizden daha tehlikeli, Tanrılı insanların, zulmü ve aldatmalarına set olun, umut olun.” Olun ki onlar, kendilerine şaklabanlık yapacak maymunlar üretmesin ve kendisini yanlış bir inanç uğruna teslim edecek, yaşamını satacak insanlar olmaktan uzak tutun.

Belki affedilenlerden olursunuz…

Hayvanız biz merkezli düşüncede olanlara pek söyleyecek sözümüz yok zaten…bir tercih meselesi, der geçeriz. Rahatsız etmeyiz ve hatta saygı duyarız “Diyojenist” köpekçi duygularla eyvallah deriz. Doğrusunu isterseniz bu duygu güzel bir duygudur, insana gerçek beklentisizliği öğreterek isteklerini ve arzularını kendisine sunmayı vaad eden vaatçilerin tuzaklarından öte durmalarını sağlar.

Konumuz bu değil ama yeri gelmişken lafı gediğine koyup bir çift söz söylemek istedik.

Ah, Güleser! Beni tam duygu merkezimden vuran Güleser. Emek verip hazırladığımız lokmayı boğazıma dizen Güleser.

“Sus!”dedi beynim, zihnim, vicdanım, merhametim, öfkem ve insanlığım. Anlamadın mı?

“ Çirkin hamile imiş…”

Zaman isyan etti, mekan isyan etti, varoluş isyan etti. Kahvaltıda aldığım ilk lokma isyan etti. Boğazımda durdu kıpırdamıyor… “Nefes alamıyorum Güleser!”

“ Hem de kimden biliyor musun?”

“Ne olur sakın Bilge deme…”

“Maalesef!”

Ve bilgi de, bilmek de isyan etti. “Yok olsun varlığın ta kendisi.” Sorduğu sorudan anlamalıydım.

“ Adem’in elması bu kadar olgunlaştı mı?”diye sormuştu ya. “kötülük…”

Tanrılı insanlar… Başkalarının ve başka şeylerin Tanrı’sı olmaya mı aday olmuşlar. Onlar, ancak firavun olurlar, zalim olurlar, şeytan olurlar.

Varlığınızı emanet ettiğiniz düşüncelerinizdir. Yani “durum” kendi durumunuzu belirleyen nedir, sormuyor musunuz hiç… hazır bulmuşluk. “imkanlar seçeneği.”

Bu hazır bulduğunuz, şeyleri inan ki siz hazırlamadınız. Sormuyor musunuz… ve üzerine şekillendirdiğinizi zannettiğiniz hani o çok güvendiğiniz aklınız var ya…biraz düşünün. Gerçekten size mi ait, bunu kendinize…

Sormuyor musunuz?

“Söyle o namussuz nerede!”

“ Gözlerindeki ateşi görüyorum kötülük mü yapacaksın?” Ve çok geçmedi kucağında bir bebek…gözlerime baktı emir verir gibi. Tıpkı Tanrı gibi…

“ Sadece konuşacağım.”

“Kendimde “yok”um ben” diyecek. “Orijinal değil dönüştürülenim”diyecek.

“ Buna bakacaksın!.. Sen metafiziksin, anlıyorsun çünkü…” Baktık hala da bakıyoruz. Başa gelen kendi başımız altından çıkmasa bile.

Günahın “saf”ı olurmuş, vallahi olurmuş billahi olurmuş… Benim günah gördüğüm gerçeğin ta kendisiymiş.

“Ne dedi…”

“Çok yorgunum Güleser, kendimi dinleyecek halim bile yok, kendi düşüncelerimde uyumak istiyorum.”

Ama şu kadarını söyleyeyim size.


Adı Çirkin… Türü kedi.

İçinizi mi rahatlattı, sakinleştiniz mi… “ bir, iki, üç” 

gerçekten fark eder mi bunun bir kedi olması?

13 Temmuz 2024 11-12 dakika 34 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar