Cevapsız Mektup
Sevgili...... 18 Mart Gaziantep
Artık sana yazmaya karar verdim. Yüzüne karşı bazı şeyleri yeterince söyleyemediğim kanaatindeyim. Kanadım kırık, mecalim yok... O günü sana tarif ederek başlayacağım müsadenle.
Cam ne kadar parlaksa o kadar parlaktı yüzün. Gözlerinde manasını anlayamadığım bir hüzün vardı. Şen kahkahalar atarken bile zorlanıyordu gergin ve titrek dudakların. Bedenin yıllanmış bir çınarın en taze kıvrımları gibi süzülüyordu. Saçlarındaki lüle lüle kıvrımlar denizden gelen meltem esintilerinin oluşturduğu bir dalgalanmaydı.
Ellerimde kırmızı kan lekesini andıran gelincikler vardı. Uzanmak isterken, ellerine; derin bir uçurumun kenarından gittikçe uzaklaşan bir çığlık gibiydi sözlerin... 'Emin misin' diye seslenirken bile bir çıkmazı yaşadığın belliydi. Karar vermek için yeterince özgür değildin. Oysa ellerindeki beyaz güvercinleri kendin bırakmalıydın semaya... Özgürlük, tutsaklığında gizliydi duygularımızın. Duygularımızı beğenmeyenler tercihlerimize saygı duymuyorlardı. Tercih yanlıştı, mekân yanlıştı, deniz yanlıştı. Tek doğru olan dolunay, mehtap, yakamoz ve kıyıda bekleyen delikanlının silinen ayak izleriydi. Sahile acımasızca vuran dalgaların melodisini, duyan yoktu ondan başka. Yakamozu seyredip hayaller kuran, kelebeklere isimler takıp, mutluluktan uçanlar yoktu. O, aşkı, aşk ikliminin seyyahlarında zirveleşen duygularını, kendisinde de hâsıl olması için satın almıştı. Onlar da onun gibi ince ruhlu, onun gibi sırılsıklamdı zemheride.
Sahi ayaklarının seni ölüme götürdüğünü bilerek, hiç ay ışığında yürümüş müydün? Zehri yudum yudum içip acıya gülümserken, mağrur muydu bakışların hayata? Korkunun darp izlerini ruhundan silip, özgürlük marşları mı söylüyordun sevgiliye? Ölümü ölümsüzlük addedip beynine, ılık ılık tebessümler mi gönderiyordun cellada?. 'Yaşasın Özgürlük!' diye haykırırken 'Esaretin Bedeli' ruhunun en derinliklerinde onulmaz yaralar mı açıyordu, sevginin bedeli olarak. Sevgi bedel isterdi biliyorsun değil mi? Bedel, dik duranların yalnız kaldığı bir sonucu önümüze kayarken, yine de bu yol bizim için 'En mutluya' uzanan mukaddes yoldu anlayabiliyor musun?
Mağrur ama platonik bir iç çekişle ayrıldı delikanlı kumsaldan. Mutluluklar kayalara yazılmış yazılar kadar kalıcı; üzüntüler sahildeki ayak izleri kadar geçici olmalıydı. Yıllardır heybesinde taşıdığı, 'Ben küçücük köşemde, küçücük neşemle çok büyük bir adamım!' psikolojik telkini bir nebze de olsun ferahlık verirken ruhuna ağlamaklıydı. Gözyaşları keskin bir aşk, yakıcı bir sevgi için değil; kendi rızası olmadan gelişen olayların tesiriydi. Bir tutkuydu... Sele kapılmak gibi, fırtınaya tutulmak gibi, sağanak yağmurda ıslanmak gibi...
İnanmak zordu. Aynı andan hareket eden iki arabanın çıkardığı sessiz gürültü hain bakışların tesiriyle daha da artacaktı. Gizli bir iksir içmiş gibi büyülenen bedenleri, nehrin hazin şırıltısı bile uyandıramadı. Gözlerin dokunuşu mahcup, ürkek ve ne yapacağını kestiremeyen bir acemilik içerisindeydi. Oysa kavrulan ve uyuşan bedeni bir içli öpücük hayata döndürebilirdi. Pamuk prensesi uyandırdığı gibi... Öpmeyi kesin bir kanaatle isteyip istemediği de tartışılırdı. Amaç sömürmek değil, yüceltmekti; esaret değil, özgürlüktü; rezalet değil zarafetti... Zarafeti, acemi aşık gibi görenler varsa, bunun nedeni aşıktan değil dolunayı seyretmeye gelmeyendendi...
Lakin bütün bu duygular, 'Allaha ısmarladık!' sözünün 'Neredesin!' karşılığının 'Hala Ankara'dayım.' cevabına kadardı... İşte film o zaman koptu. Tercih yanlıştı, mekân yanlıştı, deniz yanlıştı. Tek doğru olan dolunay, mehtap, yakamoz ve kıyıda bekleyen delikanlının silinen ayak izleriydi. Delikanlı bir daha oralarda gören olmadı... Harcanmaya çalışılan ve insanların diline düşürülen beyaz bir yüzü kurtarma operasyonu başarısızlıkla bitmişti. Başarısızlığı hazırlayan makamlar, mevkiler ve rahattı... 'Artık dönsen de faydası yok!' diye iç geçirmişti delikanlı... Ya dönerse diye de irkilmiş! Bunu bir daha söylememeye karar vermişti.
Evet, demiştin ya 'Duygusal mısın?' diye. İşte ben tam oyum. İstanbul neresi ki! Yeterki duygular yeterince anlaşılsın. Bak sana geliyorum. Her an karşılaştığın türden bir beklenti değil benimkisi. Vedalaşırken bile beyaz yüzünden masum bir öpücük alamamak. Herkes için çok sıradan olanı yapamamak... Bak, göçmen kuşlar, aheste aheste gitti buralardan. Her vedalaşan ellerde ve dillerde yine aynı temenni, 'Görüşürüz..' Evden ayrılan yiğitlerin ardından sallanan eller, edilen dualarda da hep aynı inilti. Gurbeti vatan bilip uzaklardan kısacık bir iki hal hatırla dindirilen yürek fırtınalarında da aynı özlem. Tekraren dönüşü olmayan bu yolun, yolcularının heybelerine bakacaklarmış, gümrükte. Ne getirdiklerini tek tek inceleyeceklermiş. Ben ne götüreceğim acaba. Ateşe odun mu, sevgiliye gül mü?
Hani hep dedim ya: Tercihin yanlıştı, mekân yanlıştı, deniz yanlıştı, gece yarılarına kadar beraberlik yanlıştı, saatlerce telefon konuşması yanlıştı, tip, şekil ve beden yanlıştı. Tek doğru olan dolunay, mehtap, yakamoz ve kıyıda bekleyen delikanlının silinen ayak izleriydi. Delikanlıyı bir daha oralarda gören olmadı... Buğulanmış bir telefon ekranın karesine esir edilmişti duygular...
ÖNDE SEN ARKADA BEN...
Ha arkadaşın Sinem geldi dün. Senin hakkında hiç konuşmak istemedi. Belikli onu da kırmışsın. Bu sıralar sadece kırıyor ve incitiyorsun...
Cevabını bekliyorum.
Tercih yanlıştı, mekân yanlıştı, deniz yanlıştı. Tek doğru olan dolunay, mehtap, yakamoz ve kıyıda bekleyen delikanlının silinen ayak izleriydi. Bu sözler bile yeter... tbrk.👍👍👍