Devlet Baba'nın Evlat Sevgisi
Günümüzün çağdaş (modern) devlet anlayışında, sosyal hukuk devleti kavramı öncelikli niteliklerdendir. Yani devletin sosyal olma zorunluluğu vardır. Sosyal devlet, halktan aldığı vergilerle açları doyurmak; açıkları giydirmekle; hakkı, adaleti tesis etmekle yükümlüdür. Bir başka deyişle toplumsal dayanışmanın eşgüdümünü sağlamakla yükümlüdür. Binlerce yıllık tarihimize bir göz atacak olursanız, Türk devletlerinde, -adı konmamakla birlikte- sosyal hukuk devleti olgusunun ilkçağlardan bu yana zaten var olduğunu görürsünüz. Zira Türk'ün devlet töresi, anlayışı bir yerde sosyal hukuk (halkçılık) ilkesini temel alır.
Aslında kalemle halvetimize ?sosyal' sözcüğünün anlamını vermekle başlasaydık daha uygun, daha isabetli olurdu. Sözcüğün, ?kuzey'den inmiş bir terim olduğu, en azından o havayı verdiği söylenebilir. Daha açık bir anlatımla (ifade) sosyalizmden bozma sosyal sözcüğünün karşıladığı anlamın Türkçe karşılığı olan ?halkçı', ?toplumcu' ve/veya ?insancıl' gibi terimlerin kullanılması birtakım önyargıların ortadan kalkmasını, hatta hiç oluşmamasını sağlayabilirdi. Böylece kavramın içinin doldurulması kolaylaşır; en azından, içi boş küfe gibi durmasının önüne geçilebilirdi. Bununla birlikte sözcüklere takılıp kalmanın yersiz olacağı da bir gerçek... Yine de herkesin ?sözde' Atatürkçü geçindiği ülkemizde, bu kavramın, Atatürkçülüğün temel ilkelerinden biri olan ?halkçı' terimi ile yani Türkçe olarak adlandırılmasının daha hoş olacağını düşünmeden de edemiyor insan. Hâliyle bizde herşey ?sözde' olduğu için, ünlü fikir adamımız Peyami Safa Bey'in, harika bir üslûpla kaleme aldığı 'Sözde Kızlar' adlı romanında da dile getirdiği gibi; sözde kalmak, sözde gelmek, sözde demokrasi, sözde aşk, sözde arkadaş... gibi deyimleşmiş lakırdılara bir yenisi daha eklenmiş olmaktadır sadece. Demokrasi yerine, biraz sulandırılmışı olan sosyal demokrasi; adalet yerine, biraz cıvıklaştırılmışı olan sosyal adalet; güvenlik yerine, 'Bindik bir alamete...' dedirten sosyal güvenlik... diye giden misallere dikkatinizi çekerim. Bu durum, yüce dinimiz İslâm söz konusu olduğunda da geçerlidir. İslâm yerine, ılıman İslâm; hatta daha da ibretlik olan, meş'um (uğursuz) ?radikal İslâm' söyleminde olduğu gibi...
Türkiye'nin onlarca yıldır karşılaştığı sorunlardan birisi de sosyal içerikli kavgalar, çatışmalar olmuştur. Özellikle darbe öncesi geçiş dönemlerinde ortalığın kan gölüne döndüğü olaylar azımsanamayacak kadar çoktur. Siyasî, iktisadî, kültürel... içerikli sürtüşmelerin, çatışmaların perde gerisinde her ne kadar dış odakların, özellikle de Amerika ve Avrupa gizli servislerinin olduğu ortaya çıkmış olsa da (Bu görüş, bizzat Mahir Kaynak tarafından bir ulusal kanalda dile getirilmiştir.) ülke içinden de bilerek veya bilmeyerek bu odaklara hizmet etmiş kesimlerin olduğu su götürmez bir gerçektir. Aslında Türkiye'deki sorun biraz da devlet kademelerine sızmış Batıcılar ile halkın arasına karışmış tutucuların -sırf kendi çıkarları için- devletle milleti karşı karşıya getirmekten çekinmemelerinden kaynaklanmıştır. Devlet-millet dayanışması, zaman zaman devlet-millet çatışmasına da dönüşebilmiştir. Türkiye'deki darbelere, gerginliklere bir de bu pencereden bakmak yararlı olacaktır. Bu arada tutuculuktan kastımızın İslâm ve/veya Müslümanlar olmadığı bilinmelidir. Zira bize göre kan davasından, başlık parasına; körü körüne fırkacılıktan (party), Marksçılığa, Maoculuğa; Selefçilikten, Humeyniciliğe hatta Batıcılığa kadar birey ve toplum sağlığına zarar verecek her türlü oluşum tutuculuk olarak değerlendirilebilir. Tabi bu arada, birey ve toplum sağlığını doğrudan etkileyen unsurların siyasî, iktisadî, kültürel... öğelerden oluştuğu da unutulmamalıdır.
Peki, devlet nasıl olmalı; devlet organları nasıl işlemelidir? Bu noktada devleti ve/veya devlet organlarını insan vücudu gibi düşünebiliriz. Nasıl ki ayak tabanı ile kulak memesi aynı duyarlılığa sahip olamıyor, aynı işlevi göremiyorsa; devlet organları da bu minval (yol, üslûp) üzere iş görmeyi esas almalıdır. Yani devlet organları arasında işbölümü, eşgüdüm mükemmel (super) olmalıdır. Bunlar sağlandığı takdirde Bursa ile Basra birbirine karıştırılmayacak; vatandaş da Hanya'yı, Konya'yı görmek zorunda kalmayacaktır. Böylelikle de millî şairimiz Mehmet Akif'in deyimiyle 'Bir zamanlar biz de millet, hem de ne milletmişiz' diye başlayan destansı hutbeler hayal olmaktan çıkacak; geleneğin gücü, geleceğin gücünü inşa edecektir. Kısacası millet gibi millet olmamız; devlet gibi devlete sahip olmamızla mümkün olacaktır. Devlet gibi devlet de yetişmiş insan gücüne; kültüre, eğitime, bilime, teknolojiye... sahip olmakla oluşturulabilir. Hâliyle devlet, bu oluşum sürecinde milleti oluşturan bireyleri yani evlatlarını koruyup, gözetmeli; her birine eşit muamelede (tutum) bulunmalı; hakkı, hukuku, adaleti tesis etmeye çabalamalıdır. Böylece devlet-millet dayanışması kendiliğinden ortaya çıkacak; huzursuzluğun yerini, huzur alacaktır. Bu sürecin en belirleyici unsuru da devlet babanın evlat sevgisi olacaktır. Çünkü sevgi olursa, saygı ve sadakat de kendiliğinden gelecektir. Karşılıklı oluşacak bu şefkat ve sadakat ise, Büyük Türkiye'nin inşasında en az dil, din, kültür kadar belirleyici unsur olacaktır. Peki, biz bunca lafı kime söylüyoruz? ?Büyük Türkiye' kaygısını, yüreğine nakış yapanlara tabi ki! Neyse cancağızlar, lafı fazla uzatmanın ne gereği ne de anlamı var diyor ve ekliyoruz: Hadi, kalın sevgiyle!
Serik - 2008