Dip

Aptal bir rüyadan uyanıyorum. Saat kaç? Bugün günlerden ne? 'Ne önemi var' diyor ses. Küfretmeye hazırlanırken ikinci tokadı yiyorum; ' Zaman, yalnızca canlılar için geçerli olan bir kavramdır.' Sanırım onunla iyi geçinmeliyim. Her şeyi biliyor. Artık bütün günlerimin birbirine benzediğini, kaybettiğimi, her gün biraz daha eksildiğimi, düştüğümü... Evet, karanlık bir boşluğun içinde hızla düştüğümü ve hiçbir çaba sarfetmeden sessizce çakılacağım günü beklediğimi biliyor. O lanet soğuğu ve katlanılmaz hüznüyle, kaybettiğim günden beri benimle. Kaybettiğim günden beri üşüyorum. Çıkmazlarımı acıtıyor, olur olmaz zamanlarda karanlık boşluğuma çarpan her cümlesi bir jilet gibi kesiyor yüzümü. Kimin bu ses? Yalnızlığımın mı, vicdanımın mı, hüznümün mü, kimin?

Yattığım yerden doğrulup perdeyi aralıyorum. Sanırım sabah olmak üzere. Hayatımın, birbiri ardına dizilmiş, tek boyutlu tekrarlardan ibaret olduğunu düşünüyorum. Her gün kurbanını öldürmekten zevk alan bir katil gibi öldürüyorum zamanı. Fakat bana, bıkmadan, her gün hatırlattığı, beynime kazıdığı bir gerçek var; o ölümsüz bir kahraman. Tam anlamıyla öldürmek mümkün müdür zamanı? Onu durdurmak? Ondan kurtulmak? Geçmişte yaşabilmek mümkün müdür? İçimdeki ses bu defa yanılıyor. Zaman bir varlık öğütme makinesi gibi. Onun için canlı-cansız ayrımı yok. Önüne çıkan ne varsa acımasızca parçalıyor, silikleştiriyor, yok ediyor. Düşler, anılar, eşyalar, canlılar... Hiçbiri kurtulamıyor bu hazin sondan. Ne kadar yavaşsan, ne kadar gerideysen o kadar çabuk öğütülüyorsun. Ondan kaçmak için o kadar hızlı koşuyoruz ki dönüp arkamıza baktığımızda; darmadağın, yarım yamalak yaşan-a-mamışlıklar yumağı paslı bir hançer gibi batıyor kalbimizin ortasına. Ben, koşmaktan vazgeçen, geride kalan, öğütülen insan! Kendimi bir hüzün zırhı içerisinde, karanlık bir kuyuda düşerken bulma pahasına onu durdurdum. Zamanı durdurdum! Ve zaman en etkili silahıyla vurdu beni; hüzün. Siz hiç bu kadar güzel bir hastalık ismi duydunuz mu? Evet, hastalık. Pençesine aldığını gün be gün kemiren bir hastalık... Adı hüzün. Bazen bir sokak köpeğinin gözlerinde, bazen bir kalemin ucunda, bir şişenin dibinde ya da bir yastığın üstünde... Farklı gibi görünen aynı hikâyeler. Biçimsiz hayatlar, biçimsiz yalnızlıklar, biçimsiz sonlar...

Birazdan diğer insanlar için güneş doğacak. Arkasına bakmadan koşanlar için. Güneş... Belki de ihtiyacım olan tek şey bu. Bilmiyorum. Zihnime üşüşen sorular başımı döndürüyor. Gözlerimi açıyorum; her şey bulanık. ?Tıpkı vicdanım gibi' diye mırıldanıyorum. Ruhumdaki kambur biraz daha belirginleşiyor. Bekliyorum. Tıpkı bu yazı gibi zamansız, mekânsız ve cansız bir biçimde, dibe vuracağım o kutsal günü, sonumu, belki de kurutuluşumu, sessizce...



Nisan / iki bin on bir

03 Mayıs 2011 2-3 dakika 3 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar