Doyumsuzluk

Toplumumuzun son yıllarda iki temel problemi gözüme çarpıyor: Birincisi "doyumsuzluk" diğeriyse "alışılmış çaresizlik".

Doyumsuzluktan bahsedelim öncelikle: Doyumsuzlukla beslenen, hastalıklı bir kültürün dünyayı sardığı ortada. Yani kendi sorunumuz olarak sunduğum doyumsuzluk; aslında evrensel bir hastalık, insanlığın temel problemlerindendir. Biz de "globalleşen dünya" da kendimizi bu fanustan soyutlayamadığımız için bu sorunu 7'den 70'e iliklerimizde hissediyoruz. Özellikle genç kuşak, tüketim toplumunun birer "canavar"ı olarak yetişiyor. Hiçbir kıyafetin, hiçbir yiyeceğin, hiçbir zevkin, hatta hiçbir kederin bu güruha yetmediği, onları doyuramadığı ortada.

2000'li yılların başında, "Matrix" filmi vizyondayken filmin senaryosuna uygun bir dünyada yaşadığımıza inanıyordum. Düşüncelerim daha da kemikleşerek bugünlere geldi. Dünya üzerindeki hakim güç, filmdeki gibi belki bir kapsül içinde yetiştirilen insanların beyinlerini kabloyla, hapla, şunla bunla uyuşturup ona göre yaşayan bireyler yaratmıyordu; ancak farklı yöntemler kullanarak isteklerini karşılayacak, beyinleri uyuşmuş, "embesil" diye tabir edilebilecek bireyleri ve bu bireylerin yetişebileceği zeminleri ustalıkla yaratabiliyordu. Böyle bir habitatın oluşumunda görüyoruz ki insanın "doyumsuzluk" duygusu işe en çok yarayan zaaf. Etrafınızdaki doyumsuzluğu ya da bizzat doyumsuzluğunuzu hayatın her saniyesinde rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz sanırım.

Doyumsuzluğumuz ne işe yarıyor peki ? Doyumsuzluk, tabii ki tüketimi tetiklediği için büyük bir ekonomik kaynaktır, hakim güç için. İnsanlar statüleri, yani toplumdaki sıfatları uğruna öyle bir parlama, öyle bir beğenilme tutkusu ile yaşıyorlar ki böyle bir dürtü ile yaşamını sürdüren insan, dış görünüşe sapkınlık derecesinde önem verir hale geliyor. Dolayısıyla bu duygu kendisini karşısındakine beğendirme aşkıyla yanıp tutuşan kompleksli insanları ve pek tabii akıllara ziyan bir alışveriş çılgınlığını da beraberinde getiriyor.

Aynı doyumsuzluk duygusunun, insanların cinsi münasebetlerinde de öne çıkartıldığını görüyoruz. İnsani ilişkilerinde beğenilme arzusu ve statü kazanma hırsının kurbanı olan birey için flörtlerin de bu amaca hizmet ettiğini fark ediyoruz ne yazık ki. Bu grup için çok fazla insanla beraber olmak öyle bir statü kazanma yolu haline getirtiliyor ki gençlerin karşı cinsle beraber oluşlarının bir yarış haline dönüştüğünü seziyoruz.

Klasik devirlerin "bir göz süzüşe can verdiren, heyecanlı aşkları"nın yerini bütün tenselliği ile duyguyu çürütmüş, bambaşka şeyleri arzular hale gelmiş hastalıklı doyumsuzluk duygusu almıştır. Bu doyumsuzluk duygusunun hakim güce faydası tabii ki farklılıkları olmayan, yepyeni zevkler veremeyen bir dünyada apayrıyı, arayan gençlerdir. Bu gençlerin büyük bir bölümü çeşitli maddelere yönelerek bu doyumsuzluğu birkaç dakika olsun dindirebilmektedirler ne yazık ki. Birkaç dakikaysa sistemini kurmuş güç için milyon dolarlar anlamına gelmektedir.


Yazının başında "alışılmış çaresizlik"ten bahsetmiştim. Şimdi ona gelelim. Bu doyumsuzluk illetinin bir güruha işlemesi için bu güruhun öncelikle köksüzleştirilmesi ve belli zevkleri tatmaktan alıkonması gerekmektedir. Nasıl mı? Tabii ki beyni uyuşturacak bir şeylerle, tilki kurnazlığıyla oluşturulmuş karalamalarla, suni bir düzenle...

Türk toplumunu ele alalım. Bir bakın etrafınıza. Kendi ulusal kimliğinden utanan, bu kimliğe güvenmeyen bir sürü insanla karşılaşacaksınız. Yıllar yılı "Türk'ten hiçbir şey olmaz", "Biz mi , asla başaramayız!" gibi sinsice hazırlanmış ısmarlama düşünceler idrakımızı örümcek ağı gibi sarmıştır. Bunun bize kabullendirilen bir düşünce olduğu ortadadır. Buna inananlarımız o kadar çok ki. Onlardan biri olma olasılığınız da yüksek tabii. Nereden çıkarıyorum mu bunu ? Ben de onlardan biriyim, sizlerden biriyim yani!

Zevklerinize bir bakın. Uğraşılarınıza. Köklerinizle bağlantılarınıza. Kültürünüze ait bir edebi eserden aldığınız hazza bakın mesela. Bir Fransız'ın J.J. Russo ile J.P. Satre ile övünüşünü düşünün. Bir Alman'ın Goethe'ye tapışını, bir İngiliz'in Şekspir'i nasıl da keyifle okuduğunu. En son ne gün Nedim'i, Baki'yi gururla okuduğunuzu düşünün. Dede Korkut Hikayelerinde kendinizden bir şeyler bulabilmek için uğraştığınız günleri? Nazım'ı, Necip Fazıl'ı, Orhan Kemal'i, Ömer Seyfettin'i okuyup zevk aldığınız, onların sözlerinden derlediğiniz bir listeyi defterinizin arasına koyduğunuz son günü düşünün. Fazla edebi olmasın mı? Pekala, Bir Türk markası ile X gelişmiş ülkesinin markasını karşılaştırışınızı düşünün. Bir araç gereci elinizde incelerkenki "adamlar yapıyor abi yaa!" deyişinizi. Ayağına tarz diye giydiğiniz, filanca ülkenin işçi ayakkabısı olup ülkesinde 5-10 dolara sattığı bizdeki milyonluk lastikleri düşünün. İki kuru yuvarlak ekmek arasına konmuş kupkuru eti, patates kızartmasını, o beyaz adamın köpüklü siyah suyunu düşünün. Kendi mutfağına ağız burun kıvırışlarınızı. Haydi doğruyu söyleyin "Er Ryan'ı Kurtarmak" filminin sonunda dalgalanan o 55 yıldızlı kırmızı beyaz bayrak sahnesinde o bayrağın altında yaşayanlardan daha çok heyecanlandığınızı. vb.

Evet buna benzer o kadar çok şey çıkarabiliriz ki. "Alışılmış çaresizlik" yani köklerimizin olmadığına inanmak, asla bir şeyleri başaramayacağımızı düşünmek, onlar en iyisini yapar biz de tüketiriz anlayışıyla büyümek acı şey değil mi? Hepimiz bu acının çocuklarıyız ve bir şeylere, bir yerlere özenerek, onlara tutunmaya çalışarak büyüyoruz. Elimizde pırıl pırıl duran "Anadolulu, Atatürkçü, Şereflii Türk İnsanı"kalıbı yerine daracık kalıpları zorluyoruz. Köklerimizden utanıyoruz. İlaç mı ?-hastalığın farkında olan dahi yok belki ama- ilaç özümüzde!

26 Temmuz 2010 5-6 dakika 13 denemesi var.
Yorumlar