dullar evi
Şimdiye kadar Tanrı'nın gerçek olduğuna inanıyordum; şimdiden sonra da gerçeğin Tanrı olduğuna inanıyorum.
Su.
2005 Yılında yapılmış bir film.
Hindistan'ın çok yakın geçmişine dayanan etkileyici bir anlatım.
Ashram... Yani, dullar evi.
Dokuz yaşındaki Chuyia, hasta ve yaşlı bir adamla evlendirilir; kocasının ölümüyle de din ve gelenek gereği dullar evine bırakılır. İşte bu küçük dulun görüşü ve algılarıyla örülmüş bir yapım.
Orada yaşayanların geçim kaynağı, dilenmek; ama asıl getiri ise, genç ve güzel olanların üst kastlara ait erkeklere geceleri misafir olarak gönderilmesidir.
Bunlardan biri de Kalyani adındaki genç kadındır. Birine âşık olur ve evlenmek isterler. Adam, Kalyani'yi ailesiyle tanıştırmak için nehrin öbür tarafına geçirirken; kadın, gideceği evi tanır ve geri döner; çünkü, sevdiği adamın babasını birçok geceler para için ziyaret etmiştir.
Günahlardan arındıran suda intihar ederek gider zavallı dünyasından.
Satılma sırası küçük duldadır. Dokuz yaşındaki Chuyia...
O da aynı eve bir gece eğlenceliği olarak bırakılır. Orada oyun oynayacaksın, diye de kandırılır...
Filmde bazı diyaloglar şöyledir.
Dullar evinden bir kadın: Siz kutsal kitabımızı iyi biliyorsunuz, dinimiz ve geleneğimiz neden bizlere bunu reva görüyor.
Saygın ve yetkin adam: Kocası ölen bir kadının üç seçeneği vardır; ya kocasının kardeşiyle evlenmelidir ya yakılmalıdır; ya da dullar evine bırakılmalıdır... Çünkü, aile yoksul ise, bir kaşık eksilir sofradan, aile varlıklı ise miras az kelleye bölünür.
Kadın: Peki, erkekler için bu tür cezalar neden dinimizde ve geleneklerimizde yoktur?
Adam: Var ama bunu görmezden geliriz; unutma, yöneten erkeklerdir!
Filmin sonunda ise, bir tren istasyonunda Gandhi görünür ve oradaki insanlara seslenirken yazının girişindeki cümleyi söyler.
2005 Yapımı filmin jeneriği akarken, yönetmen bir not düşmüştür... ?Bugün Hindistan'da yaklaşık otuz beş milyon dul kadın benzer hayatı sürmektedir...?
Dünyanın neresinde, hangi inanç ve hangi din olursa olsun insanlara mutluluk ve adalet dağıtmak için var olmuşlardır; inançlar, olumsuz geleneklerle harmanlanarak, çıkarcılar tarafından yoldan çıkarıldıkları zaman ne yazık ki bir işkence aracına dönüşmekteler. İşkenceci başı da, sözde bir inançta sözü geçen kişiler olarak saygınlığın sefasını sürenlerdir.
Teologlar istediği şekilde düşünsün, materyalistler istediğini söylesin; eğer bir insanda vicdan denilen o terazi hileli tartmaya başladıysa o insandan asla iyi bir yapı olmaz. Yani, dini kendi çıkarı için eğip bükenler; yani, din adına, inanç adına, gelenek adına söylenen her söze düşünmeden safça inananları kullananlar, kendilerini ne kadar imanlı gösterirlerse göstersinler, en başta kendileri kendilerinin ne olduğunu bilmektedirler.
İşin acı taraflarından biri de şudur ki; hangi din ve hangi inanç şekli olursa olsun, bunu kurumlaştırarak orada egemenliğini ilan edenler yine erkeklerdir. Çünkü, doğası gereği güçlü olan bu cinsiyet asırlardır eline geçirdikleri bu erki yitirmek istememekteler.
Yukarıdaki Hindistan örneğini, bugün biraz düşünecek olur isek, her toplumda, her dinde ve her inançta benzer durumları görmekteyiz. Ki hiçbir dinin özü kötülük emretmez; buna rağmen belli çevrelerin çıkar için yamaladıkları bazı şeyler her yerde vardır. Önemli olan da buna akıl ve vicdanla birlikte karşı durmaktır.
İster milyonlara hükmeden hükümdar olun, ister ise yalnız kendinizi güden bir çoban; eğer adaletli değilseniz, bilin ki sizin taptığınız Tanrı değildir; Tanrı'ya taptığınızı sanırken asıl taptığınız başka bir güçtür.
Adil olmak ve olayları tarafsız değerlendirmek hiç de o kadar zor bir şey değildir, yeter ki o göğsünüzdeki mahkeme yıkılmamış olsun.
Ve en önemlisi insanın kendine karşı adil olmasıdır. Bilmelidir ne yaptığını ve nasıl davrandığını. Kendini de tarafsız kalarak yargılamalıdır.
Evet, dini bir erk olarak kullananlar, bugün İran'da bunun savaşını vermekteler.
Ele geçen gücü hile ve dek ile bırakmak istemeyen bir anlayışa karşı; muhalefet ayaklandı, parça parça olayların olduğu ve de olacağı belli. Bu mücadelenin ve öfkenin nedeni, yeni bir düzen, değil; arabayı biraz da ben kullanacağım, hırçınlığıdır. Bu uğurda ölenler de arabanın yedek parçası sanki!
Olsun, yerine her zaman bir başkası gelir; siyasi iman imalatçıları olduktan sonra bu hiç dert değildir bu tür şoförler için.
Olan, canından olanlara oluyor.
Şimdi düşünelim!
Burada kim şehittir, kim Niyazi!
İşte İran, İşte Irak, İşte Pakistan...
Mustafa Kemal'e söz söylemek ve O'nun adını silmek için fırsat kollayanlar iyi düşünsünler şimdi.
Bu tür anlayışın hüküm sürdüğü yerlerde demokrasi beklemenin denizde alabalık yetiştirmeye çalışmaktan bir farkı yoktur.
Gerçi bizim de eksiğimiz çoktur!
Mesela!
Yaz geldi ya, trafik kazalarında günde on beş, yirmi can gider artık bizde de.
Cehaletin ve kaderciliğin işgali altında yaşamak kolay değildir.
Kaderde varsa üzülmek, neye yarar büzülmek, diyerek basalım gaza.
Gerisi Allah'a kalmış.
İster dullar evinde yaşayın, ister kullar evinde...
Aklınızı kullanmıyorsanız; ders almıyorsanız hayattan neye yarar yaşamanız!
Tanrı gerçektir; ya da gerçek Tanrı'dır!
Eğer dürüst değilseniz; hayatı ve imanı yanlış algılıyorsanız ne fark eder ki!
Icime isleyen dizelerdi . Hangi akil düsünür ki , Tanri'sinin yarattigi varliklardan biri , digerinden degersizdir . Hangi inanis , hangi kutsal kitap ; düskünü , zorda olani kullanmayi mazur görür . Hangi din bir cocugun cinsel köleligine razi gelir . Insanlik adina utanc tablolari ... Ve herbiri simsiyah .
😆eh hocam sizinde var haklı sertliğiniz ama sevindim az da olsa benzer bir yazımızın bulunduğuna. yüreğinize sağlık