Eteğimin Pilesi
Bazen kendimizi bulmamız için, küçülüp kaybolmamız gerekir.
Kimse bizi hak etmediği için kendimize kalmamız gerekiyor
Bayramlık giysilerimle, müsamere salonunun ortasında susturulan bir çocukluğum var benim, elleri ceplerinde, boş bulduğu vakitlerde gözlerden uzak olduğunu hissettiği o asırlık dakikalarda, eteğinin pilesiyle oynayan...
Sonra sesim alındı elimden, hevesim de kursağımdan.
Hayatımın müziği susturuldu, ninniler de miadını doldurmuştu, ben artık uyumak için kendi şarkımı söylemek zorunda kaldım, eteğimin pilesi hep parmaklarımın arasında, hani mümkün olsa, tırnakla etimin arasında yer açardım ona. Oynarken zaman geçti, büyüdüm, tırnaklarımla oynamayı da bıraktım, kemirmeyi de. Şimdi zaman kemiriyor beni, zaman karşısında nasıl aciz bedenim, eriyor. Erirken kimseye hesap soramıyorum, yıllar sonrasını değil artık yıllar öncesinin hayalini kuruyorum yeniden. Olmamış olaylar yerleştiriyorum hayallerimin arasına, daha mutlu bir çocuk oluyor hayalimdeki eteğinin pilesiyle oynayan kız.
Geçmişe dönüp, onu güldürmek elimde değil, ama masallar anlatabilirim ona, geçmiş zamanın içine ek hayaller yerleştirebilirim, daha mutlu oluruz o zaman biliyorum. Çünkü mutlu olmalıyız, çünkü zaman geçiyor. Çünkü ilerlemek istemiyorum daha fazla bu zamanın içinde, ileri değil geri gitmem lazım, ileride yaşanılacakların kaygısını taşıyorum eteğimin pilesinin aralarında.
Eteğimin pilesiyle ta o zamanlarda nedensiz bir bağ oluşmuştu, dokunmam gerekiyordu bir şeye ya da birine. Ama yoktu, eteğim kadar yakın birisi yoktu bana. Kundaktan sonraki bana en yakın şeydi belki de. Hatta bazı zamanlarda ona gizli karakterler bile yüklediğim olurdu, çocukça bir oyundu ama başarılı bulurdum. Onunla konuşurdum, elbiselerle konuşmaya, onlara taşıyabileceğinden fazla karakterler yüklemeye o zaman başladım.
Çok elbise çok kalabalık demekti, o yüzden dolabım dolmayacak kadar azdı kıyafetlerim. Onlar beni sararken aslında üşüyorlardı, onlarda benim gibi bir sıcaklık arıyorlardı. Tıpkı eteğinin pilesine sığınan kız gibi. Kemirdiği tırnaklarını gizlese belki kendisini de gizleyebilirdi tüm dünyaya sığamazken.
Elbiseler de üşür, onlar da konuşmak ister, onlar da ten arar kendisini saracak ve can verecek. Onlar da ısınmak ister, onlar da dokunacak küçük bir el ister en soğuk kış gecelerinde, kendilerine bile ifade edemeseler de.
Yürek doğuştan büyük değilse sonrasında büyümüyor ve eller hep küçük kız eli. Daha küçültmek için mi kemiriyorduk tırnaklarımızı? Akşamları yatağıma yattığımda anne-babanın kavga seslerinden kaçmak için mi yatağımın kenarındaki duvarı oymaya çalışıyordum küçük parmaklarımla? Tırnaklarım da yardımcı olmuyordu bana hatırlıyorum ve bir şey daha hatırlıyorum. Duvara kocaman bir delik açtığımı... O benim sığınağım, yaşadığım hapishaneden kaçmak için bir tüneldi benim için.
Sonra o deliği daha fazla büyütmeye gerek kalmadan yıkıldı eski ev. Komple yıkıldı, çocukların duası kabul olurmuş sekiz sene dolmadan. İstediğim saklanmaktı ama tamamen açıkta kaldık, belki de yanlış dua etmiştim ya da dua etmesini bilmiyordum ve yıkılacağını tahmin edemezdim. Çocuk aklımla bana sağlam geliyordu o ev, kaçamayacağım kadar sağlam. Gücümün az olduğu aklıma gelmezken etrafımdaki her şey sağlam gelirdi bana. Ama yıkıldı, hiç yıkılmaz, sağlam dediğim o eski ev tamamen yerle bir oldu.
Özgür kalmak için bazen yıkım yeterli değildir. Kaçmak da çözüm değildir, ben sadece küçük ellerimle tırtıklamaya çalıştım evi, biraz dünyayı değiştirmek istedim. Bir iz bırakmak istedim kendimden, ben yaşadım burada demek istedim, her şeyin bir gün yerle bir olacağını hesaplayamadan. Zaten parmaklarım çok meşguldü duvarları oymakla, hesaplamayı öğrenmem çok sonraları oldu.
Üzerimdeki pileli eteği fark ettiğimde bıraktım dünyayı kemirmeyi, sığamadığım için genişletmeyi, elbiseme sığındım sonra da içime. İçim çünkü dünyadan genişti, dünyaların almadığı beni, bir tek içim kabul ederdi. Sığındım. Tutundum içimin elbisesine, küçüklüğümden beri karakter yüklediğim en ağır elbiseye, sarıldım, parmaklarım hala eteğimin pilesinde, dokunur dokunmaz anladım rengini, görmeden de hissettirirdi kendini. Kırmızıydı, kan gibi. Can kadar yakındı bana. Üzerime tek yakışan, parmaklarımdaki sonsuz yumuşaklık, ten gibi...
Şimdi oymuyorum dünyayı, yer açmaya çalışmıyorum, her şeyi olduğu gibi kabul etmeyi öğrendiğimde bayağı zaman geçmişti. Yaşamımın neresindeyim bilmiyorum ama hala konuşuyorum kendimle, elbisemle ve dokunuyorum artık sadece, dünyaya.
Sığmasam da olur,
kendi içime sığarım ben.
Kaybolmak imkânsız gibi bu darlıkta, belki kendime kalırsam kaybolabilirim.
Yirmi Dokuz Nisan İki Bin On üç 19 30
bu denemeyi okumalı bir kez daha. yorumlamak için sakin kafayla bir daha okumalıyım.Döneceğim şair
ne çok benzeriz biz bize bu coğrafyada...ne çok aşina gelir pilelerde tutunan parmaklarımız ve altında kaldığımız duvarlarımız...toprağındanmıdır bu coğrafyanın,suyu yüzü hürmetine midir nedir???Biz bize benzer ve çocukluğumuzu özler,çocukluk günlerimizde ukdelerimize döneriz. şairim kutluyorum.Oldukça akıcı,etkileyici ve sahiciydi denemeniz