Fotoğrafların Dilindeki Maske
Fotoğrafların dili olsaydı
Bu kadar gülmezlerdi.
Karanlık bir metal gibi duruyordu fotoğraflar, gittikçe batıyordu, zaman geçtikçe acıtıyordu. Parlaktı ama bu parlaklık gözlere işkence ediyordu.
Daha dünyanın tüm renklerini tanımamıştık o zamanlar, bildiğim renkler sadece pastel boya kutumda saklıydı, içimde gizlediklerim gibi gizlemiştim. Dünyanın aslında acı-tatlı bin bir tonu vardı ve bundan habersizdim. Elimin altında sakladığım kutudaydı tüm bildiklerim ve öğrenmeye başladıkça öğrenecek ne kadar da çok şey olduğunu da öğreniyordum.
Fotoğraflar da böyleydi, bir sürü renk tonu vardı üzerinde, çok çeşitli gülümsemeler. Hepsi donmuştu, zaten biz bu soğuklar yüzünden diri kalabiliyorduk. Ama sevgilinin gözlerindeki gülümseme, dağılıyordu, yayılıyordu tüm etrafımıza. Daha umutlu geliyordu her şey, daha bir güzel zamanlarda yaşadığımızın farkına varıyorduk. Sonra geride kalan tüm fotoğraflar acı vermeye başlar, her biri ayrı bir yerimizi acıtıp, batar. Onsuz geceler gibi. Sonsuz bir acıyla birlikte yaşamaya başlarız geceleri, ne zaman tükeneceği belli olmayan.
Renkler, görebildiğimiz kadar çoktu, biz görmeyi diledikçe çoğalıyordu içimizde. Renkleri gözlerimize yansıtan içimizde o görmemizi sağlayan ışıktı ve buna kimse yardımcı olamazdı. Kendi gözlerimizle görebilirdik renkleri bunun için bir başka göze de ihtiyacımız yoktu tabi karanlık olmadıktan sonra
Eve gelen misafire gülümsemeye çalıştığımız gibiydi hayat karşısındaki telaşlarımız, beceremiyorduk, zamansız yakalanıyorduk her defasında, verecek bir şeyimiz de kalmamıştı artık pek fazla
Beceriksizce gülümsüyorduk, sanki her şey güllük gülistanlıktı, sanki güneş açmış, bahar gelmişti. Sanki hiçbir derdimiz yoktu, mutlu ve huzurlu aile tablosu çiziyorduk, kendimizden başkasının inanmadığı zamanlarda...
Kendi evimizin misafirhanesinde, kendimizi ağırlıyorduk bir de sahte gülüşlerimizi, gülmelerimizin sahte olduğu kimsenin umurunda değildi tabi, kimse ilgilenmiyordu bunlarla ve hayatın da başkalarıyla oldukça işi vardı, çok uğraşıyordu. Bize tutunacak bir şeyi kalmamıştı, bizim de tutacak elimiz. Sessiz bir düşmandık onunla, sessiz bir anlaşma imzalamıştık. Her şey gürültülü ama sessizce devam ediyordu, bu sessizliği bozmaya cesaretimiz yoktu. Bu yüzden gülümsüyorduk, fotoğraftaki gülümsemelere benziyordu bu gülüşmeler, sesli ama sessiz. Arkamızdan iyi anılmayı istemek gibi bir alışkanlık edinmiştik hiç hakkımız olmadan. İyi görünmek istiyor, iyice gülmek istiyorduk. Soğuk fotoğraflardaki sıcak gülmeler bu yüzdendi, güzel anılmayı istiyorduk. Kimsenin kötü anılmaya ihtiyacı yoktu, kötü bile hissetsek.
Cevapsız kalıyor çünkü gülmeler, fotoğraf makinesine gülümsediğinde, karşılığı gelmiyor gülüşün. Otobüste müsaade isterken gülümsemen gibi değil bu, karşılıksız aşklar kadar, karşılıksız.
Gülüşümün asılı kaldığı fotoğraflar istemiyorum artık.
Çünkü hep fotoğraflarda kalıyorlar
Sonra ani bir hızla diliniyorlar yüzümden, bir gölge gibi sıyrılıp usulce yere düşüyorlar
Gülmek için neden yoksa fotoğraflardan da silinsinler istiyorum
Kaldıkları sürece yalancı oluyor o kareler,
Kerelerce...
Biz her baktığımızda daha da yalancılaşıyorlar...
O yüzler utanacak gerçeği kavrayabildiğinde, gülümsemenin tutunduğu kâğıt parçasından, bir ağır düşecek içine ve bu sefer çekinmeden ağlayacak, gerçek gibi. Rol yapmadan, gerçekten...
Gerçeklerin farkına varabilseydik, daha çok ağlardık ve bu kadar gülen fotoğraflar dolaşamazdı etrafta. İyi hatırlamaya mecbur hissetmezdik kendimizi bu denli.
Boynum bu kadar kesildikten ve yüreğim bu kadar kırıldıktan sonra, hâlâ nasıl başını dimdik tutabiliyor? Ayaklarım bu kadar sızıyla ağrırken hatta her gece ağrıyla uyandırırken bedenimi, nasıl koşmayı düşünebiliyorum? Beynim sorular ormanı, cevapsız tüm sorularım, kilitlendi belki cevapları, kimsenin ulaşamayacağı sandıklarda.
Anlıyorum dediğin hiçbir şeyi tam olarak anlayamadığını biliyordum ama buna rağmen inanıyordum anladığına, anladığına inandıkça daha çok anlatma isteği doğuyordu içimde, sırasıyla her şeyi. Diğer herkesin tam tamına anlamasından daha önemliydi senin yarım yamalak anlaman.
Bu anlayışsızlıktan doğan hiçbir şeye şaşırmadım doğal olarak, anlayamamak senin suçun değildi. Anlatmamla ilgiliydi.
Biz yine de pastel renklerdeki gibi gülümseyelim, eğer güleceksek. Hatta yüzümüzden taşsın gülümsemelerimiz, çizginin dışına çıksın, ilkokul çocuğunun çizmeye çalıştığı resimlerdeki gibi. Gülümsemelerimiz arasındaki tek fark; benim kırmızı gülümsemem, fotoğraflar yansıtabilir mi bunu? Bence henüz o makine icat edilmedi. Sen o icat edilmeden önce gör en canlı haliyle.
Sonra giderim. Son gülüşümden sonra bakışım kalır sende. Ciddi bir yüz ifadesi ya da ciddileşme zorunluluğu taşıyan yüz kaslarımda. Gülmenin tüm haklarını sana bırakırım giderken. Sen ağlayamadıklarına üzülürsün, ben daha çok gülemediklerime.
Valizler hep taşır
Hüzün taşır
Bir valiz dolusu biriken içimizdeki sessiz hüzünleri
Bazen de gülemediklerimizi, biriktirdiklerimizi, söyleyemediklerimizi. Onların yükü bizden daha da ağırdır ama yine de biz üstleniriz, valizleri taşımayı. Bu eziyeti gönüllü kabul ederiz.
Yolculuk yaptığımız yerde bırakıp, döneceğimizi hayal ederiz her yola çıktığımızda
Ama olmaz, götüremeyiz
Hatta valizimiz her dönüşümüzde biraz daha ağırlaşarak, geri gelir bizimle, bu gelişe memnun oluruz, yine sessizce. Tam tamına geri döndüğümüz için, en ufak bir acının bile henüz kaybını yaşamadığımız için.
Yitirmeyi istemeyiz çünkü
Ne fotoğrafları
Ne acıları
On Dört Kasım İki Bin On Üç 17 00
kocaman hayatın içinde bir ana sığan fotoğraflar ve onların geniş perspektifinde sonsuzluk bazen donan bazen olabildiğince canlı olan dediğiniz gibi "bir valiz dolusu içimizde biriken sessizlik" renkli veya siyah beyaz yaşam kanıtları... güzel bir yazıydı kutluyorum çok 👍 sevgiler...