Fraktalize Yaşam


Zamanla konuşma. Bir bu eksikti, her şeyimiz tastamam ya!

Zaman neredesin? Bir enerjinin üzerinde mi ilerliyorsun yoksa enerjinin ta kendisi sen misin…hangisini dersen de!..Külliyen yalan söylemiş olacaksın. Çünkü sen canlısın ve organların olan fraktallarla yaşıyor nefes alıyorsun ve bizleri bir şey olduk, biz de bir şeyiz senden ayrı müstakillik hevesine kaptırarak sanki oyun oynuyorsun bizimle gel gitlerinle.

Kendini, mekanik ritmik örüntüler bütünü sanıyorsun ama aldanıyorsun.

Zaman sen! Evet sen, kendi kompleksini üzerimde uygularken tarihin, geçmişin tüm yaşanmış “an”larından nefret ediyor ve protesto ediyorum.

Evet, yanlış anlamadınız ben zamanı protesto ediyorum çünkü zamana göre ben olmaması gereken kaotik bir anarşistim ya. Sadece akrep ve yelkovanda kontak kuran, saklanmayı belki de oyun olsun diye yaşantı haline getirmiş. Olsun zamanla inatlaşmak uğruna “tik tak”laşınça zihnimde kendi kaybım, hatta ruhumu katlettiğim olmuştu.

Kalıplarım yok, kabullerim yok, yargılarım yok ama isyanlarım o kadar çok ki…

Derler ki, zaman her şeyin ilacıdır.

Sevsinler…

Ha bire!... Zaman kendi üzerinde ilerlerken gelişmişlik adına beni kendi benzerime bölündüğüme zorunlu kılması, üzerimden bölük pörçük dökülen iyiliklerle şifa vermeye kalkışması, iğrenç günahlarımın bulaşıklarını hani silecekti, hani söz vermişti buna zaman. Yanılsamaya dayalı hafifletmenin kandırışları dışında hiçbir şey yapmadı ki zaman. Onca yük onca külfet onca sıkıntı onca işkence getirdi beraberinde. Siz dış görünüşümün cilalı boyalı olduğuna bakmayın beyim, ruhum çürük benim hem de kara çürük.

Bütünleşemediğim yerde tonunun en yükseğiyle bas bas bağırmasına dayanamıyorum artık. Lanet olasıca “zamanın dili” zil sesi “sus” artık… Çan gibi çın çın ötüp durma beynimde beni ıskartaya, hurdaya ayırdığını ne çabuk unuttun.

Benim için hatırlama ve hatırlatma zamanı çoktan geçmiş olmalı.

Ey Toplum size söylüyorum…

Lanet olası alın gidin size ait olduklarını söylediğiniz her şeyi…zamanı bile üzerimden çekip alabilirsiniz yanınızda götürüp dağıtın zaman fakirlerine, hakkaten benim için bu iyiliği yapar mısınız değerli akıl bücürleri.

Bir de büyüyelim, diye tık tık yükselerek seslenin geleceğinize…

Yemin billah ihtiyacım yok hiçbir şeye, kendi beden giysime bile. Dayanamadığım, katlanamadığım kendimi bile alıp götürün hayallerinize işe yararsa ya da o çok sevdiğiniz sıkı sıkıya sarıldığınız somutlaştırdığınız soyut gerçeklerinize tepe tepe kullanın, isterseniz satın sıradan bir hurdacıya… gerçi satsanız eskicinin, hurdama “beş para” bile vereceğini sanmam ya. Yine de deneyin isterseniz ama;

“ Ele alınacak bir tarafı kalmamış ki bunun.”diyecektir inanın.

Yaşamın fraktalleri devam etmek zorunda mı beni kendisine mahkum etmek için. Ve hepsi birden karmakarışık şekilde üzerime çullanıyor, alt üst oluyor nomen ve fenomenler ama nedense altta hep ben kalıyorum.

Yaşadığım şehrin tarihi, benim tarihime ortak mı koşuyor kendini, ortak sakladık ya birlikte yaşadıklarımızı ama o rutin, ben rutin dışı…

Açtığım penceremden beynime bakıyorum. Serinlikte soluk almak iyi geliyor kan dolaşımıma, birazcık kendime geliyorum.

İçimdeki bilge, mesleki yeteneklerim, komşularım, suçluluk duygum, sabahın çiyi, kirli nefesim, aşık olduğum kadın, içimden defalarca tekrarladığım yaşamımın şiiri, kahvaltıda yere düşüp zıplayan zeytin tanesiyle birlikte yerden alıp ağzıma attığım ekmek kırıntısı…

Benim gerçeklerim bu. Ben sizlere şükrediyorum.

Sıralı geçişler yaparken hayatımda, beni düzene sokma, dizayn etme çabalarınıza hayran kaldığımı söyleyemem, zamanda yani zamanla olgunlaştığını söyleyen beyin organlı beyinsizler, pek de övgü sıralamıyorum sizlere bilesiniz.

Küheylan kişnemesi “tıkı tık… tıkı tık” en acı fraktalım.

Anamdan aldığım tek bedduam “Ekmeğin at’lı olsun… kendin yayan.” Yoruldum artık bir köpek gibi, bir lokma ekmeğin peşinde koşmaktan. Bir lokma bir hırka ha… Hırkamı da alsaydın sırtımdan, soğukla da sınasaydın beni, enseme vurup lokmamı da çalsaydın belki çabuk kurtulurdum. Önümde dağ gibi yığılmış ama cesaret edemiyorum işte ellerim titriyor, gözlerimden onu kaybetmenin sevinç gözyaşlarını dökerken.

Çocuk gibi ağlamaktan gün aşırı“hık hık” hıçkırıyorum şimdi. Oldu mu bu arsız acımasız fraktal.

Gülümsüyor iğrenç fraktallarla “kih kih kah kah”kahkahalar atıyor, alay ediyor benimle “zaman”, elinde yaşamımın fraktallarını tutarak, bana sallıyor güya karşı gelirsem kendisine “akıllı ol ümüğünü sıkarım ha” diyor bir de.

Aklı sıra huzursuz edecek beni, hadi ordan üç buçuk ya da yusuf yusuf…

Keşke “kanın altına aksın” ya da “Tangır (Tengri) canını ala.” deseydin kem dualarında toptan kurtulurdum tüm bu işkencelerden.

Bedduan tutmadı anam.

“ Hani “ana”ların sütü karşı gelirdi ah! lara, öyle mi oldu.” Yoksa öksüzlüğümle birlikte yetim miydim ben, sakladın mı bunu benden. Kafadan noksan oluşumdan belliydi zaten. Öyle diyorlardı olduğum birçok yerde. Benim için zamanı akıl hastanesine mi çevirdiler yoksa?

Püf!...

Gerçek neysen o olmaya devam et “hadi eyvallah” diyeceğim gün yakındır sana, bunu böyle belleyesin.

Epeydir yaylaya çıkamıyordum işte bildiğin malum konulardan dolayı, ayağa kalkar oldum ya bu yaban ellerde yurt bellediğimiz “virane” boynu bükük bir başına kalmasın dağ başında diye ötesini berisini yoklamaya gittim.

Beni gördüğüne pek sevindi.

İçeri girdim ki ne göreyim kuyruklunun ve yılanın bozu, mesken tutmuş bizim viraneyi. Aynı zamanda kötülüklerin simgesi engerek tanıdıktı, beni pek engellemedi çabuk terk etti ama kuyrukluyla az oyun oynayasım geldi içimden. Küçük boz bulanık bir şeydi işte köşeye sıkışınca kıskaçlarını külhanbeyleri gibi kabarttı, bana yönelttiği tehditkar tavırlarıyla iğnesini hazırladı, bıçkın delikanlının keskin bıçağı gibi.

Görende sanır ki “Tatar Ramazan.” Ulan ben yaşam çavuşu muyum ki vuracaksın böğrüme.

“Lan git işine bana elleşme,” der gibi baktı geri geri bir iki adım atarken, sıkışmışın en hafifi böyle olurmuş demek ki. Kediyi aslan yapar, derlerdi de inanmazdım.

Sen onu bana değil fraktal yaşama söyle, söyle ki… sarıp sarmalasın beni, yoksa ben sana bildiğimi değil öğrendiğimi yaparım.

Kendisiyle oynaşan parmaklarıma bir salladı iki salladı üçüncü de tutturdu ama tırnağıma geldi saplaması.

“Su” gibi bir şeydi zehri… kimine hayat kimine ölüm getiren. Zahire aldanıp “iç”i görememek cahillik işte. Zahir ve batın arasında bocalamak. Dışrak ve içrek olma durumu yani anladın mı?

Yaşamda boşluklar bırakanlar, ruhlarının bu risklerine katlanmalı. Hadi kopart çiçekleri tek tek çekelim cennet ve cehennem ne güzel fraktal değil mi. Seviyor sevmiyor gibi, zıtlıklardan gerçeğe gidiş.

Sahi ne çıktı senin falına, sus söyleme sakın, zamanın kulağı vardır.

Yaşamam aykırılıktı genel düzene, kaos bile beni kıskandı karışıklığımdan karman çorman oluşumdan. Defalarca haber saldım ölüm meleğine “hadi dans edelim”dedim gözlerim ateş kırmızısı, bunalmıştı benim sürekli isteklerimden ve beni yaşamın en acımasız fraktallarına mahkum etti.

Günlük sistemin içine beni çeken bir bilgi yumağına kundakladı debelenip dururum kurtulmak için belediği zamana… yaşamımı yönetmeye nasıl cüret ediyorsun. Ama ben sana mahkum ve muhtacım.

Öyle mi?... Hıh!

Sevdiğim, aşık olduğum, onun için kendimi defalarca kendimde yitirdiğim kadın, belalım, seninle sarıldım yaşama, nefretimdeki enerjim, kötülüklere kustuğum kusmuğumun asiti, amilazım, seninle tutunduğum hayata. Uzatıyorum elimi ama şimdi sen de yoooksun…

Lanet olası yoksuuuun!... gitmenin sırası mı. Kalkamazsın, dedin dizlerim titriyor ama bak kalktım. Sana ve zamana inat, acıyor hem de çok acıyor her yanım.

Ağlıyorum öfkeli mi öfkeli…

Sabah oldu, öttü yine komşunun çilli horozu bayılıncaya kadar. Hiç sektirmez tam zamanında ne bir eksik ne bir fazla. Ama “dur” az kaldı yaşamdaki yaşayacağın zamanın, tenceremdeki yerini almaya ramak kaldı bilesin. Yemin billah kaç para derse vereceğim senin leşine, vermezlerse gece sansar olup gireceğim harem kurduğun “kümes”ine… Saraydan kız değil damat kaçırma senfonisi besteleyeceğim o zaman.

Hah ha! Zamandan da intikamımı belki böylelikle almış olurum. Oh Be!

Zaman bağırıyor ciyak ciyak yine “Haydi başladım sıfırdan! Ne bekliyorsun?”

Tik tak…

Kalk – kalkma… kendime ilk fraktal sorum oldu.

Duş al – alma… ikincisi geldi hemen peşinden.

Yiyeceklere baktım buzdolabında.

Şunu ye, bunu yeme bir fraktal daha…bir çiy tanesi, başıma düşen kırağı ya da ezim ezim ezdiğimiz bir kar topunun içindeki muhteşem örüntüler…işte kendiniz için uydurduğunuz yaşama yüklediğiniz sizin fraktallarınız bu. Alın yaşayın doyasıya sıradan halk kitlesi ve kendi içinizde sosyal fraktallar üretip ezin birbirinizi… scarabenin ( bok böceği) altındaki yuvarlak dünyada istediğiniz kadar yaşayın. Ben tespih böceği gibi kıvrılıveririrm şuraya, umursamazlıkla.

Kendime verdiğim “notsuz” yaşamımın sonucu bu. Hadi bana eyvallah!...

Beynim son derece kompleks iletişim modeli ve durumlarını kullanarak beni şekillendiriyor, “duygu”landırıyor. Birkaç yüz gramlık aptal organ, esir mi aldı beni.

Yaşamımın “ne” olduğunu biliyorum Hilbert!...Köylüyüm, çiftçiyim diye ahkam kesme bana!... Şehir zenginliğinden köylü fakirliğine yükseldim ben! Snobistlikten avama. Böğürme!... Bağırma!...

K. Popper bile ukalalık yapmadı “bilgi felsefesi”ni satarken bana. Sen kimsin be Hilbert.

Tanımlayamadığımızı yaşamak, hayatımızın en gerçekçi temeli değil mi? Karmaşıklık düzelene kadar, somut olarak ortaya koyamazsınız kendinizi. Öyleyse yaşamınızı sistemleştirin ama hali hazır bulduğumuz “kurulmuş sistem”in süreksel (tarihi süreç)tercihlerinden başka bir tercihte bulunamazsınız, çünkü siz her şeyinizle bir şeye mahkum olarak var olmuşsunuz. Yapacağınız tercihler bu fraktalların içinde olmalıdır.

Bağımsız mısınız bu bağımlılıkta. Hiç sanmıyorum…

Öyleyse fraktallardan bağımsız olmasa bile en azından özerk olan “ne” onu düşünüyorum kendi kendime. Hem kendine özgü sistemi olacak hem de süreksellikten (tarihi süreç) azade olacak. Bu ciddi soruyu kendi mitolojimi oluştururken görebildiğim, inandığım her neyse ona olan inancım oldu.

Rönesans’tan beri modernizm adına bas bas bağırıcıların ve insanı başka şekle çeviricilerin sofistike sözleri arasına sızmış olan itiraf kaçamaklarında rastladığım anlar oldu.

Öyle diyorlardı. Bizim oluşturduğumuz toplumun sistemine oranla daha yüksek özerklikler vardır yaşamda.

Kızmayın… Darağacım kurulurken, son arzuma izin verin yargıçlarım. Tahtasına bir çivi de ben çakayım.

Doksologluk yapmak değil amacım kaybettiğim yerde kendimi bularak yaşama yeniden “başla” vermek güdüsündeyim.

Yoruldum…ya bir nefes istiyorum yaşama anlam üfleyecek, ya da bir nazar istiyorum beni kabre gömecek.

Hadi Rahmetlim! İş yine sana düştü ya bedduanı pekiştir ya da ricacı ol, beni de al yanına. Aşağıda olan toplumun sancısını çekiyorum her gün her gün her gün. İçim çok acıyor…ağlıyorum anne ağlıyorum.

Hani, dediler ya sana geçmişte “oğlun melanetin teki, geberse de kurtulsa el oba ve ahir zaman.”

“He vallahi, he billahi, he tillahi, bir gıdım geri adım atmadım hala öyleyim hayatta ayakta ve dimdik, zamanın yakasındayım, ellerim kenetli. Boğmama az kaldı. Bilirsin enerjimi nefretimden ve öfkemden alırım ben. Kurt kocadı ama dişi hala keskin mi keskin…”

Bekliyorum! Kurtuluş biletini aldığım şark ekspresinden bir muştu bekliyorum. Sema-zen dönüşüyle bekliyorum ellerim koynumda, delice bekliyorum.

İşte bu benim fraktalım.

Blois kentinden, nefesinin buhurunu dünyaya üfleyen mürşidimin, zaman ötesi mesajını, bu sefer kendim için bekliyorum… Bana da diyecek ki.

“Ruh Kurtuldu!...”

Bekliyorum… çünkü melametin ta kendisiyim ben!

16 Mayıs 2024 11-12 dakika 34 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar