gazim

10 KASIM 2008


Merhaba Gazim;

Sensiz geçen günleri saydım da bir hayli zaman olmuş. Bir hayli zaman, oysa daha dün buradaydın yani yanı başımda,şimdiyse yokluğun var gecemde gündüzümde, aldığım nefeste, yediğim yemekte,...

Gazim, beklemekten usandığımdan değil inan serzenişim,sadece hasretten.

Gazim, senin gidişini bugün yine eş, dost, ağlayarak, övgüler düzerek,özürler yağdıracakları maillerle, belkide çifte telli oynayarak... kısacası saçmalayarak bana anımsatacaklar. Aldırma emi. Kara yaslar tutacak bazıları timsahın gözyaşlarında. Kızma emi. Kim ne derse desin ben biliyorum seni...

Gazim, aradan geçen on yılın ardından yine girdin geldin misafirim oldun rüyama. On sene evvel kara kalpağına sarılmış karların üstündeydin, beni görünce doğruldun

- Üşüyorum çocuk, durma buralarda üşüme sende benim gibi... diyordun. Omzuma dokundun sonra

- Şöyle bir etrafına bak çocuk, ne görüyorsun kar dan ve kandan başka kalma git buralardan. Git ki, daha fazla sızlamasın yüreğin. Yorulma sende benim gibi. Ben biliyorum çocuk sen dayanamazsın, kaldıramazsın bu kadar acıyı...

Ahhh Gazim, haklıydın. Kaldırmadı yüreğim onca acıyı, gördüğüm kandı, kopan kol, bacak, kaybolan göz ve nice uzuvlar. Doğruydun, dayanamadım memleketimin gencecik evlatlarının sersefil olmasına. Her siren sesinde irkildim, her inen helikopterde korkularımı büyüttüm, her çığlıkta çılgına döndüm... Ve üşüdüm Ankara'nın soğuk gecelerinde, uykularımı sigaranın aleviyle böldüm. Isınmak isterken yüreğimin ateşiyle daha çok üşüdüm... Ne sarındığım battaniye fayda etti ne de kafamı gömdüğüm yastık... Benimkisi memleket aşkıydı, toprak sevdası, kan kırmızısı ay yıldızlı bayrak dalgası, bir de üniforma tutkusu...

Gazim, dile kolay on sene geçti, acılarımı, yorgunluğumu ve korkularımı ardımda bırakalı. Girdin geldin misafirim oldun dün yine rüyama. Hastaydım, ateşim çıkmış sayıklıyordum, gitmek istiyor, isyanlar çıkarıyordum. Hangi istasyondu hayal meyal bile hatırlamadığım bir trendeydim. Bir an bir ses geldi kapısı açık kompartmadan

- Çocuk... baktım uzun uzun açık kapıdan sana, utandım, boynumu büktüm,...

- Nereye çocuk,... sustum. O an yok olmak istedim, yerin diplerine geçmek hatta ölmüş olmayı bile istedim.

- Gel bakalım çocuk, otur şöyle yamacıma ve anlat geçen zamanı ... ne anlata bilirdim, ne de susabilirdim. Sadece baktım gözlerine, nemlendi gözlerim, korkularımı kovmayı denedim, isyanlarımı bastırmayı ve bir kaç sözü toplamayı... Diktin bakışlarını,

- Biliyorum çocuk, sen anlatmasanda ben biliyorum geçen onca zamanı, yaşanmışlıklarını ve yaşadıklarını. Ellerimi tuttu, yere düşmüş yüzümü kaldırdı uzun uzun baktı

- Çocuk, sakın çocuk... ellerimin titrediğini biliyordum, yüreğim gibi, korkuyordum karşısında farkındaydı, oysa dilimin bağı çözülse neler neler anlatacaktım ama sükut içinde asılmayı bekleyen mahküm gibiydim.

- İsyanların var, özlemlerin ve koca bir yalnızlığın çocuk. Vazgeçme çocuk, ideallerinden, yapmak istediklerinden, başarabileceklerinden ama istemezsen gel götüreyim yanımda seni, gel benimle ...

Nereye Gazim demek istedim, diyemedim düğüm düğüm oldu yine boğazımda sözcükler. Bana fırsat bile bırakmadan devam etide kurtuldum bu öldüresi ızdıraptan

- Bak çocuk, camın ardına şöyle bir dön de bak... tren hareket ediyordu farkındaydım, nereye gidiyordu, fikrim yoktu. Geçtiğimiz kaçıncı istasyondu ??? Ben kendimden bihaberdim ki. Baktım. Yemyeşil bir vadide koşup oynayan çocukları geri de bırakırken bozkıra dönüyorduk, güneşin kavurduğu yüzlerinde tebessümle bakan çocuklar el sallıyorlardı. Kimi vakit karanlık bir tünelden aydınlığa kavuşuyorduk. Sonra, evet sonra yıkık virane olmuş dumanı tüten yangın yerlerinden ağlayan çocuk nidaları sarsılıyordu kompartmanı, az ilerleyince de Tac Mahal benzeri binalardan akın akın cüpbeli, sarıklı çocuklar çıkıyordu... Gözlerimi kapamak isterken

- Daha dur çocuk, bunlar ne ki ... dedi. Bir dağ yamacına aktı tren baktım, ellerinde ağır makinalı silahlarla yarı çaput, yarı çamur per perişan halde çocuklar sıra sıra dizilmiş beklemekteler. Dağ dan salınınca tren aşağılara sahilde kumdan kaleler yapan çocuklar çıkıyordu karşımıza.

Gazim, ama bunlar benim bildiğim şeyler diyecektim ki! Tren bir istasyon da durdu. Kelepçeler takılmış, branglar vurulmuş, itilen çocuklar belirdi garın kenarında. Bir yandan da ellerinde taşlar, sopalarla çocuklar koşuyordu. Hareket etti yine tren yolcu almadan ve kimseyi indirmeden. Sarhoş naraları atan, sarmaş dolaş olmuş çocuklar vardı biz ilerlerken kitapları da vardı üstelik ellerinde şişelerle birlikte.

- Gördün mü çocuk uçurumları. Peki sen kalıcı mı gidici misin ? Kalırsan nerede kalacaksın ha çocuk? Benimle gelirsen bitmez bu yol, bakarız uzaktan olana bitene ama kalırsan sen nerede nasıl olcakasın orası var... Uzun uzun sohbet etmek isterdim çocuk, ancak seyredecek o kadar yer var ki. Yolumuz uzun sınırlarımız var daha görmemiz gereken. Bak bir sonra ki istasyon senin durağın. Hadi çocuk hazırlan ineceksin az sonra ve bana sözünü tut...uyandım sonra terler içinde

Gazim, ne orada ne burada olurum kalırsam. Sözüm söz sana, sözüm söz... Ben bugün herkes gibi ağlamayacağım, metiyelerde düzmeyeceğim sana, raflarda tozlanan kitaplarda ki aldatmacalara da kanmayacağım.

Gazim sana söz...

n.aydemir

kasım ikibinsekiz...

10 Kasım 2008 4-5 dakika 1 denemesi var.
Yorumlar (1)
  • 12 yıl önce

    Güzel bir uslu, güzel bir çalışma, Nilüfer çiçeğinin ince anlamını koruyan, esrarengiz yaısıyla...