Geç Kaldım

ne yapsam
ne söylesem
ne düşünsem
nereye gitsem
hayat!..
çözemedim seni!..



hiç yorulmayan bir değirmen olarak gördüm güneşi... aynı yönde dönüyordu taşları...onu çeviren zaman, su olmuştu yirmi dört saatlik dilimlere bölünüp...siyah ve beyaz renkli elleriyle öyle hızlı vuruyordu ki taşlara, hızına yetişmek mümkün değildi...gecenin ve gündüzün dişleri arasında unufak olan ömür; uçsa da, kaçsa da toprağa düşüyordu sonuçta...

işte bu yüzden hiç görmedim, sararan bir yaprağın kış boyu dalda kaldığını...



yer açmak için yenilerine, yeşillerine
süzülerek uçtular:
bazen sulara
bazen yollara
bazen taşlara
bazen çimenler üstüne...
uzaklaşıp gitti zaman
dönmemek üzere
onları da katarak önüne...



ve ben geç kalmıştım hayatın yalan olduğunu söylemek için:


kuşlara ve arılara
çocuklara, otlara
deliğinde tıkırdayan fareye
yavru kediye, yılana...



nasıl da dönüyor dünya!..



ah...yıldızlar!..ne zaman baksam gökyüzüne, yerinizdesiniz...attığınız demirler midir gözlerimize değen ışıklarınız? öyle ise, sakın toplamayın halatlarınızı....kendiniz gibi, beni de yerime çivileyiniz...



ve ben geç kalmıştım, özlemin, dur durak bilmez yollarında, hazırlıksız yakalanıp yürüdüğümü anlamak için...



ikilerde mi düğümleniyordu hayat? ateş ile su, yer ile gök, sevgi ile nefret, tanrı ile kul, kadın ile erkek, iyi ile kötü hep yanyana mıydı? beden ile ruhun iç içeliğinde yok muydu tersliklerimiz, garipliğimiz...hem cenneti, hem cehennemi mi yaşıyorduk bir arada? tutulan yanımıza kimler egemen olmuştu böyle... ve tutulmayan yanımızla hangi uzak ellerde çiçek topluyorduk, hangi gözlerde sevgi buluyor, hangi yüreklerde aşk arıyorduk?..



uç uç böceklere, ne zaman teslim olmuştuk böyle...



hep uzaklarda filizlenen duygular yaşadık bu yüzden,ne olduğunu seçemediğimiz düşlere daldık; rengini, soluğunu, biçimini görmediğimiz yüzler çizdik resimlere... esrik yüreğimizde, ona dokunabilme umudu taşıdık hep! ..pusulasız yollardaydık, adressiz şehirlerde...sokaklar ve evler tanıdık gibi geldi de, parmağımızı uzatamadık bir kapının ziline...durup bekledik, bize bir ses ?gel! ..' desin diye...olmadı!..buna rağmen, hiç yitirmedik içimizdeki özlemi...şimdinin nasıl dünü varsa, yarının bugününü yönelttik vuslatlara...yaşamamız bunun içindi demek! mavi bir çiçeğin kokusunu koklar gibi, pınar başlarında yudumlanan bir yudum soğuk su gibi, açlığı bastıran bir dilim ekmek gibi...türkü gibi, şarkı gibi, ıslık gibi! ...

ve sen beni yanına çağırdın çağıralı, yüreğime yaktığın ateşin başında üşüdüm...



ey sevgili!..

seni, bir adın gizemine sarıp doldurdum yüreğime...ve geç kaldım seni sevmemek için...seni sevmek çıkmaz sokaktı çünkü...seni sevmek kefendi...seni sevmek dalda kalan son yapraktı, gönülde uçan son kuş...trenin köprüden son geçişiydi, nehrin denize son varışı...bu yüzden; ellerini üstümden, sesini sözümden, yüzünü hayalimden, kokunu nefesimden, duygunu şiirimden esirgeme! ..

seninle yıkılayım toprak üstüne, karlar altına...
sevda olup çıkar başını papatyalarla, çiğdemlerle, mine çiçekleriyle, kardelenlerle...
ıtır kokayım! ...
yeniden, yeniden, yeniden...

20 Ağustos 2009 3-4 dakika 27 denemesi var.
Yorumlar (1)
  • 15 yıl önce

    Duygusallığın harmanlandığı harika bir deneme olmuş kısacası tam benliktir...

    Tebrikler Tayyibe Hanım...