Gerçek Hikayeler mi Gerçek Yozlaşma mı

Son yıllarda Türkiye televizyonlarında bir fırtına estiriliyor: “Gerçek hikayelerden esinlenmiştir” ibaresiyle başlayan diziler. Bu ibare, izleyicilerin zihninde bir algı operasyonunun fitilini ateşliyor: Her şey gerçekmiş gibi hissediliyor, her karakter tanıdıkmış gibi geliyor. Ancak bu algıya dikkatle bakıldığında, alt metinlerde saklanan bir problem kendini ele veriyor.


 "Gerçeklik" maskesi altında, toplumun ahlaki değerlerine ve sosyokültürel dokusuna zarar veren bir içerik bombardımanına şahit oluyoruz. Bu diziler, yalnızca duygu manipülasyonu yoluyla bireyleri değil, aile yapısı gibi toplumun en temel ve hassas yapısını da istismar ediyor.


"Gerçek hikayelerden esinlenmiştir" ibaresi, dizilere bir tür otorite kazandırıyor. İzleyiciler, kurgunun sınırlarını ve gerçeklik arasındaki çizgiyi bulanıklaştırarak olan biteni sorgulamadan kabul etme eğilimi gösteriyor. Ancak “esinlenmek” ile “gerçeği anlatmak” arasında ciddi bir fark vardır ki, bu fark etik sınırların dışına taşınca sonuç tehlikeli hale gelebilir.


Dizilerin çoğu, dramatik bir anlatım kurgulamak adına gerçek hikayelerin trajik veya çarpıcı unsurlarını alıp abartıyor, çatışmaları derinleştiriyor. Bu abartı, içsel bir gerçeklik taşımaktan ziyade, seyirciyi ekrana kilitlemeyi ve yüksek izlenme oranları elde etmeyi hedefliyor. Hala "gerçek" etiketi taşıyan bu hikayeler, bireylerin bilinçaltında gerçek yaşam ilişkilerine ve olay algısına sirayet ederek, insanlar arasında güvensizlik ve kaosa yol açıyor.


Türkiye toplumu için aile, geleneksel anlamda sadece bir kurum değil, aynı zamanda ahlaki değerlerin ve toplumu ayakta tutan temel yapı taşıdır. Ancak bu tip dizilerde aile, ya toksik ilişkiler yumağı olarak gösteriliyor ya da bir çatışma savaş alanına dönüştürülüyor. Koca tarafından şiddete uğrayan kadın, baskıcı veya manipülatif anne, çocuğunu hiçe sayan baba, çıkar çatışmalarına dayanan kardeş çekişmeleri… Tüm bu hikayeler bir ekranda sunulduğunda, bireyler bunları yalnızca kurgu olarak değil, hayatlarının olası bir aynası olarak algılamaya başlıyor.


Diziler, toplumsal ahlaktan ziyade reyting uğruna dramatize edilmiş kriz hikayeleri üreterek, aile bağlarını zedeleyen toksik olay örgülerini normalleştiriyor. Bu da izleyenlerin, özellikle genç nesillerin, aile kurumuna olan güvenini sarsıyor. Bir zamanlar kutsal görülen anne-baba figürleri, dizilerde birer "gizli düşman" gibi sunulurken, evliliğe tapılan bir yapı değil, kesintisiz dram ve sıkıntı kaynağı olarak bakılması gerektiği pompalıyor.


Bu tarz diziler toplumun hassasiyetlerini hedef alıyor, özellikle de ekonomik sıkıntılar, travmalar ve sosyal eşitsizlikler üzerinde durarak izleyicinin yarasını kaşıyor. Dezavantajlı kesimlerin hikayeleri izleyiciye "duygu sömürüsü" şeklinde sunularken, olayın insani ve çözüme odaklı boyutundan çok, trajediyi sürekli yeniden üreten bir döngü yaratılıyor.


Şiddet, aldatma, cinayet, entrika, ihanet gibi konular neredeyse her dizinin DNA’sına işlenmiş durumda. Bir karakterin mutluluğuna sevinmek yerine izleyici, “bir sonraki felaket ne olacak?” sorusunu kendisine sormakla baş başa bırakılıyor. Ekranda sürekli kriz görmeye alışan bireyler, bir süre sonra çevresinde de sadece negatif unsurları görmeye başlayarak bireysel mutluluğundan uzaklaşıyor.


Sanat, toplumun aynasıdır. Ancak bu aynanın toplumu yansıtmakla kalmayıp, onu şekillendirme gücü de vardır. Dolayısıyla kitle iletişim araçlarının ve özellikle televizyon dizilerinin, toplumsal sorumluluk bilinciyle hareket etmesi beklenir. Ne yazık ki, pek çok yapım, bu sorumluluktan uzak bir tavır sergileyerek yalnızca ticari kaygılarla üretim yapıyor.

Bu noktada sanat camiasına şu sorular sorulmalıdır: Ekranda gösterilen bu yozlaşmış ilişkiler, şiddet dolu evlilikler ve insafsız entrikalar gerçekten toplumun bir yansıması mıdır? Yoksa reyting kaygısıyla üretilen bir yanılsama mı? Eğer gerçeklikten alıntıysa, bu sorunlara bir çözüm sunuluyor mu, yoksa yalnızca karanlık bir tablo çizilip gerisini izleyiciye mi bırakılıyor?


Televizyon dizileri, toplumu eğlendirmek ve düşündürmek kadar, toplumsal sorunlara farkındalık yaratma yükümlülüğüne de sahiptir. Ancak şu an gördüğümüz tablo, yalnızca problem ortaya koymakla yetinmekte, çözüm yoluna dair herhangi bir rehberlik sunamamaktadır.


Şayet gerçek hikayelerden esinleniliyorsa, bu hikayelerin yalnızca trajedilerine değil, kahramanlıklarına, dayanışmalarına ve çözüm üretme yeteneklerine de odaklanılmalıdır. Yapımlar, karamsarlığı dramatize ederek değil; umut, birlik ve dayanışmayı aşılayarak topluma gerçek katkı sağlayabilir.


"Gerçek hikayelerden esinlenmiştir" ibaresiyle başlayan diziler, yalnızca bireylerin değil, toplumun değer yargılarının da üzerinde oynanan bir manipülasyon oyununa dönüşüyor. Bu tür diziler, reyting uğruna aile yapısını ve toplumsal dokuyu yozlaştırmakta tereddüt etmezken, eşanlı olarak izleyicilerde derin bir gerçeklik krizi oluşturmaktadır. Oysaki sanatın ve medyanın, insanlara yalnızca aynayı tutmakla değil, o aynayı tutarken onları daha iyi bir geleceğe teşvik edecek anlatılar üretmekle de yükümlü olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin televizyon ekranları, toplumun değil, dramın yozlaşmasına hizmet etmemelidir.

15 Şubat 2025 4-5 dakika 20 denemesi var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (4)
  • İnsanlar yaşayamadıkları entrika ve maceraları dizilerde izleyerek kendilerini avutmayı seviyor sanırım Serdar bey. Kadın programları ve diziler genel olarak insanları, kaosa, şiddete itiyor ve normal olmayan şeylerin zihinde ve yaşamda normalleşmesine katkı sağlıyor maalesef. Ama suçu sadece medyaya atmak da çözüm değil. Çünkü hiçbir senarist, halka istemediği bir kurguyu izletemez. Dertlenip kaleme aldığınız bu konu, temelde etiğin çürümüşlüğünü anlatıyor ve kaygılarınızda haklısınız. Yozlaşmayı kaleme aldığınız yazınızdan dolayı sizi tebrik ediyorum. Kaleminiz daim olsun.

  • 26 gün önce

    Her ne kadar hayal ürünü ya da kurgu denilse de çoğu maalesef ki gerçekleri yansıtmakta bana göre ve çözüm üretmek yerine reyting peşinde organize edenler ki bu da işin en acı yanıdır

    Tebrikler güzel paylaşım için Serdar bey