Gidiyorum - 1 / Karanlık
Karanlık...
Senden sonra nasıl yeniden başlarım hayata bilmiyorum. Senden ayrı bir hayat var mıydı bu dünyada? Bilmiyorum... Sanki hep sen vardın, sanki hiç sensiz kalmayacak gibiydim...
Ama şimdi gidiyorum... Aslında senin hiç olmadığın yerden çok uzaklara, senin olmadıklarını topluyorum valizimde, sensizliklerimi de içimde götürüyorum. Tebessümleri rehin bıraktım bu şehirde, biliyorum artık lazım olmayacaklar bana, çünkü bir daha sana gülümsediğim gibi kimseye gülümsemeyeceğim...
Ellerimi de götürüyorum, sadece gözyaşlarım bu topraklara düşmesin diye, ellerim silsin diye, yetişebilir mi silmeye bilmiyorum ama götürüyorum yanımda. Sana ait bir şey yok ki ben de, sen hiç sahiplenmemişsin beni, o yüzden kendimle birlikte gidiyorum. İsteseydin kalırdım, kalabilirdim. Neyse seni büyük bir yükten kurtardım aslında giderek, zorla taşımaya çalıştığın kişi her zaman yük olur insana...
Şimdi en tatlı kahveleri içme zamanı, bu tatsızlığa ancak bol şekerli kahveler yakışır ve ne kadar şeker atılırsa tatlanmayacak çaylar. Tatsızım...
Saatler sensizliği çoktan vurdu, gitmenin zamanı çoktan geldi, geçiyor. Bir vedâ birikti cümlelerime, biraz yaş gözlerime ve sonsuz ıslaklık yanaklarımda. Gitmenin vakti gelmiştir, eğer biraz daha kalırsam gidemem, gece on ikiyi geçerken kaçmaya çalışan Kül Kedisi gibiyim ayakkabım gibi kalacak yüreğim merdivenlerinde...
Karanlık olsa bari ortalık, hiç bu kadar muhtaç hissetmemiştim karanlığa kendimi. Görünmesin yere dökülenler... Vakitsiz düşüyor çünkü, bu gidişim gibi... Saplandım şimdi bir an'a, vakitsiz bir zamandayım, geçmeyen, mıhlanan bir yerlerde, zamansız bir mevsimdeyim şimdi. Bundan sonra geçecek olan zamanın da kıymeti yok artık.
Ne zaman beni sana yetiştirecek,
Ne de zaman seni bana getirecek (geri)
Çok uzaklarda bir bahardı bizim mevsimimiz, hiç gelmeyecek olanı beklemek. El salladık bahtımıza, güldük geçtik şimdi. Ama bu umutların kırıkları en çok bana battı, en çok beni kanattı, en çok ben kırmızı'ydım. En çok ben sustum, en çok ben'dim Sana, bu yüzden en çok ben gidiyorum sessizce... Ne yaparsak yapalım çiçekler hep solmayı isterler, istediğimiz kadar su versek de hep solar onlar, belki de solmak için yaratılmışlardır, bizim ölmek için yaratıldığımız gibi. Bu yüzden gidiyorum, bu yüzden ölüyorum...
Artık tüm gölgelerin rengi gri'dir benim için. Yanıma yaklaşmaya çalışan gölgeler kirlidir biraz da, silemem, temizleyemem hiçbir şeyi ama kirli ellerin gölgesinden kaçabilirim. Her gölge yabancı bana, her gölge başka, her gölge yasak. Tuzak.
Günler bundan böyle sırtıma bir çocuk oturmuş gibi, ağırlık, gülümsemesiz bir çocuk. Mutsuz çocuk, yüreğimdeki çocuk kadar mutsuz. Ben artık ninnilerimi unuttum içimdeki çocuğa da sustum, sırtımdaki yüke de söyleyecek bir şeyim kalmadı. Ak saçlı bir ninenin dudaklarındaki dua kıpırtısı gibiydi Aşk'a koşumuz, adımlarımız o derece hızlı ve sessizdi. Nine sustu, dua bitti, biz olduğumuz yerde kaldık, varamadık gitmek istediğimiz yere, gidemedik birbirimize, hiç de istemediğimiz bir yerde, istemediğimiz kadar kaldık...
Ozon tabakası kadar yaralı yüreğim, gökyüzüm delik deşik, gökyüzüne uçmaya çalışan kuşlara sormalısın yüreğimi, onlar doğru söyler, doğru bilirler, yalanın varlığından bile habersizdir kuşlar. Yalanlar sadece bizim şehrimize yerleşmiş, özgür değiliz. Kuşlar yalandan habersiz özgürler kendi gökyüzlerinde...
Yerli, yersiz saklanmalarım bu yüzden senden, korkuyorum karanlıktan, yüreğimin daha da yaralanmasın diyeydi. Yine saklambaç oynayalım çocuk yüreklerimizle, yeter ki orada olduğunu bileyim. Ben hep bir körebe göremesem de seni, orda hissedeyim...
Sonra bir beyaz papatya olayım ve sen beni ölü bir yürek mezarına göm.
Orada kalayım,
Yürekle birlikte,
Ölü gibi...
On Yedi Mayıs İki Bin On İki 14:00