Gri Mektuplar 1
Gri Mektuplar 1
Bir sigortacının size hayatın risklerini anımsatıp telaşa yaratarak ürününü satmaya kalkışmasından çok mu farklıdır, bir yazarın yazının ve kelimelerin bizi bekleyen risklerini anımsatarak okuyucusunu yaratma gayreti? Sözcüklerin riskleri yok mudur? Eğer öyle değilse, neden 'dil yarası" diye bir kavram var dilimizde? Kelimeler yüzünden değil midir çoğu bağırışımız, kavgamız, kırgınlıklarımız? Kelimeler yüzünden başlamaz mı arkadaşlık, dostluk? Güler yüz kadar tatlı dilde fethetmez mi kalbimizi? Ya nefret, kin ve düşmanlık da bize kelimelerden miras değil midir? Aşkın anası da katili de kelimeler değil mi?
Bir 'merhaba' değil midir başlatan her şeyi? Her gün denilen 'günaydın' denilmediğin de neden aydın geçmez o gün? Denilmeyen bir ?hoş geldin', es geçilen bir ?güle güle' neyi ima eder bize? 'Defol' git!" kelimesiyle dünya başınıza hiç mi yıkılmadı? Gözlerinize bakarak söylenmiş bir 'Özledim seni', bu tartışmalı dünyada bir anlamınız olduğunu hiç mi hatırlatmadı? Sigortacıyı dinliyorsanız geleceğiniz içindir. Şairi, yazarı dinlerseniz size bütün zamanlara ait bir varoluşu fısıldayacaktır: Garantisi yoktur, size kırgınlıklarınızı, yitirdiklerinizi geri vermez. Kayıplarınızın telafisini de yapmaz kelimeler. Kelimeler, yabani atlar gibidir onu bilmeyenlerin ağız ve kulaklarda. Kelimelerin huylarını bilmiyorsanız daha üzerine ilk çıktığınızda fırlatıp atarlar sizi üzerlerinden. Boynunuz kırılmaz belki ama bükülebilir. O boynu büküklük bir ömür boyunca sürebilir. Kelimelere dikkat etmemiz lazım. Öylesine ediverdiğimiz bir "seni seviyorum" hayata attığımız ciddi bir imzadır. Yersiz, niyeti kötü bir 'aferin' bir caniyi büyütebilir köprü altlarında ve de dağlarda: "Aferin delikanlı, böyle gözü kara olursan hayatta hiç ezilmezsin!" Ülkem, seni bir an olsa hatırlamasam da sevmem sevme, aşkım aşk olsa: Mektubum katıksız bir aşkla sahibine ulaşsa.
Sigortacı değilim, hiç olmadım... Risk almayı babamdan, sonuçlarına katlanmayı annemden öğrendim. Ama kelimelerin anlamını yitirmesinden hep endişelendim. Anlatamadıkça, anlayamadıkça büyüdü endişem. Kelimelerden korktuğum kadar hiç bir şeyden korkmadım, onlara inandığım kadar hiç bir şeye inanmadım. Kelimeleri satmıyor, dağıtıyorum. Dostluğa ve aşka doğru sürüyorum korkusuzca onları. Dostluk da aşk da çok uzakta olabilir; olsun, hiç değilse iki avucumu ağzıma dayayarak karşı kayalıklara bağırır gibi onlara doğru bağırmış olurum:
Yankısı gelse de gelmese de ben ağzımdan çıkanı duymuş olurum.
İşte o zaman, gökyüzünde bir katta ? hatta İzmir'deki tarihi asansörde örneğin- bir günbatımlık yer tutmuş gibi olurum kendime. Bu yer benimdir ama bende değildir. İki buçuk biraya dünyamı da dünyanı da satarım. Güzel gözler, çatlamış ve ıslanmayı bekleyen dudaklar; ardı ardına dökülen ve bitmeyen sözlerden bir türlü yanık kalamayan sigara, bedenimde alıştığımın dışında seğirmeler ve tedirginlikler ile her şeye rağmen gözü kara bir cesareti kendime bir ödül, bir öğüt gibi verirken; benim sevgili ve olası Bay Prostatım şaşar kalır, senin dişiliğinde bir şifa arardı belki. Nasıl inkâr edebiliriz ki doğanın verdiği bu agresif, asabi ve azabi dürtüyü? İnsan kiminle savaştığını bilmeli.
Ve bu aşkı kimseye değil kendime; ciddi, riskli bir iş teklifi gibi, ehliyete mal olacak bir trafik cezası gibi, güzel vizyon filminin son seansındaki son iki bileti benden daha çok daha çocuk iki çocuğa vermiş gibi, yağmura ve hüzne gebe bir İzmir akşamüstünde, alnıma sonradan alıp yazdığım kadere ve şiirlere vuran kedere rağmen ve işi başından aşkın tanrının ve yasak aşklar düşmanı medeni kanunun zaaflarını kollayıp ta sundum.
Ben senin ezberimi bozan varlığını abarttım biliyorum. Senden çok kendime kandım. Bana bu (c)esareti veren ne ve kim ?peki?' Sen düşman mısın ki cesarete ihtiyacım olsun? Bana gerek olan cesaret değil cüret! Cüretim yok; çünkü annelere yasaktır aşk. Aşktan çocuk olur ama çocukla aşk birlikte olmaz. Aşk çocukla evcilleşir: Hafta sonlarında ev dışında yapılan organik kahvaltılara dönüşür, lunaparkta çekilmiş fotoğraflarla tescillenir, AVM'lerden yapılan alışverişlerdeki cicili ambalajlarla evimize girer, hep birbirine benzeyen doğum günü kutlamalarıyla meşrulaşırken, yeni kredilerle ve borçlarla ete kemiğe bürünüp rakamlarla ifade edilebilir hale gelir. Evde roller neredeyse not diye buzdolabı kapılarına yapıştırılır: 'Veli toplantısına anne, apartman toplantısını baba katılacak! İki gün ananne bir gün babanne, üç gün de bakıcı olacak evde. Bakıcı yemeğe ve temizliğe karışmazsa eskisine çaktırmadan yeni bir bakıcıyla anlaşılacak vb.'
Başlarken kendiliğinden, bir bakış, bir sözle alevlenebilen aşk denen şey, birden neden ?emek vermek' denen bir zahmetle varlığını sürdürmeye tuksak edilir? Cesaret işin en kolayı, ancak benim cüretim yok sana ve o eve; olsa nasıl da severdim seni ve alnıma yazılmışı bıçakla kazır kadere ve tanrıya kafa tutarcasına miladımı baştan başlatırdım bilemezsin. Attım mı? Bilmem. Bilinebiliyor mu?
Alışkınım; yutkunmaya, avutmaya, boğmaya ve ?yenilenebilir ve hatta yinelenebilir' olmaya. Paşalar gibi payıma düşeni alır, sezen aksu'nun acıklı ama razı olmuş teselli şarkı sözlerine sığınırım. Gider bir şiir olur belki yokluğun, gider kendine bir travma daha yapar roman olur ama ben payımı kimselere vermem. Çalsam da senden, vermiş olsan da sen kendiliğinden: Bende olmayabilir; ama benim... Sabrımı sana ya da zamana bırakamam, sevmeni, gitmeni, gelmeni, bekleyemem; ben yokluğunu hazinem yapar ve hazinemi bir kahramanlık madalyası gibi bir mıhla anlımın tam ortasına çakarak sokaklara ve alkolle seyreltirim aşkın nektarını. İşin en bilindik yanı şudur benim huysuzluğumun; söylemeden susamam...
Memleketim, seni bir an olsa hatırlamasam da sevmem sevme, aşkım aşk olsa: Mektubum katıksız bir aşkla sahibine ulaşsa.
Hiç değilse;
Beklememiş oldum.
Tutmamış oldum içimde.
Bilincimin bir yerlerine hapsetmemiş.
Hiç biri olmadı, diyelim, hadi olmasın hiç biri de...
O zaman da;
Sevilmesem de sevmiş olurum.
Az mı? Hı?