Güneşin Işıklarında Saklıydı Zaman

Eskileri düşündüm bugün. Güneşin, ilk ışıklarıyla bana göz kırptığı anlardı ve ben balkonumda, çifte kavrulmuş, çift kaynamış, şekersiz, çay bardağı dolusunca kahvemi büyük bir hazla yudumluyordum. Gözlerim güneşle, dilim kahvenin buruk ve keskin tadıyla, beynim yaşadıklarımla raks ediyordu sürekli.

Düşündüm aklıma gelenleri...

İlk andan başlayıp, unuttuklarımı üçer beşer atlayarak, unutmadıklarımı hasretle sarıp sarmalayarak, hatta o anları tekrar yaşayarak düşündüm.

Sadece düşündüm mü ki? Hayır. Sanırım biraz da düşledim. Ama geçmişi, bir masal prensi haşmetiyle yaşamaya giderken, hep balkonumda idim ve heyecanlanıp hiç düşmedim.

Babamın gözleriyle saçtığı sevgi dolu otoritenin suskunluğuna, annemin şefkat dolu sesiyle anlattığı masalları kattım. Dedemin Hicaz'daki çeyrek asra yaklaşan esaret acılarını, ninemin yaptığı benzersiz yemeklere baharat olarak ekledim ve gördüm ki okula başlama zamanına ulaşmışım.

Geçmişten yolculuk, baktım ki hız sınırını aşmış ve tadı damakta kalacak; bastım acı acı frene. 'Yaşa önce o anları' dedim kendime, 'Sanki her zaman mı gidiyorsun?'

Sahne hazır... Kuzenler, kardeşler bir arada. Üçerli ve karşılıklı oturmuşuz, ayaklarımızı birbirine uzatmışız iç içe. Hile olmasın diye sayıyoruz ayakları. Üçerli iki grubuz madem, her grubun altı ayağı olmalı. Bu demektir ki, iç içe uzatılmış on iki tane ayak bulunmalı. Sayalım o halde... Sayalım ve ilk saymaları, anaokulları olmadığı halde, bilmeden uyguladığımız yöntemlerle öğrenelim böylece.

Bir, iki, üç, dört... On bir, on iki... Doğru. Hile yapan yok. O halde sayışma başlasın.

'Minare bucak bucak,
İçinde billur ocak,
Hey aleydim aleydim,
Aş pişirdim yiyeydim,
Ondan sonra ö-ley-dim.'

Kimin ayağına rast geldiyse ayağını çekmeli ve sayışma devam etmeli. Ta ki son ayak kalana kadar... Son ayak sahibi de, galibiyetin yüksek hazzını yudum yudum içmeli, böbürlenmeliydi; hem de kahkahalar atarak...

Burada oyun sürsün. Ben hemen yandaki sahneye gideyim.

Oturan bir genç kadın... Anne ya da nine veya yenge... Etrafında pür dikkat oturan ben, kardeşim, kuzenlerim, komşu çocukları. Hepimizin gözleri korkuyla kısılmış. Babası, kızı Ayşe'yi, üvey anne istedi diye dağa azdırmaya götürüyor. Ayşe neşeli, baba ağlamaklı...

Evet evet! Ağlamaklı. Anlatan anne, nine ya da yenge yine de insaflı. Olmayan üvey anneyi, olabilirliği ihtimaline karşılık, bertaraf etmek olsa da amaç; yazık yine de babaya... Ağlamaklı yapalım zavallıyı rolünde... Ne de olsa evimizin direği. Değil mi ya?

Baba bırakıp gitti işte. Ayşe yalnız. Uzaklardan bir ses:

'Tak tak tabacık
Ayşe'yi azdıran babacık'

Bu yaşımdaki ben; o yaşımdaki, gözleri kısık, korku dolu bana iyice baktım. Tekrar bakıp, şu anki halime attım birkaç çimdik. Öyle ya; üvey anne kuma olarak gelirse eve, çocuklar mücadele etsin diyerek, o korkuları yaşadığımdan dolayı hala akıllı kalabilmişsem, hala babamın ölümü için gözyaşı dökebilmişsem, bir mucize gerçekleşmiş demektir benim üzerimde.

Sahnedekilere bakıp yine de düşündüm işte. Tiyatro böyle bir şey demek ki; düşündürüyor...

Sahi; babam o öyküleri dinleyip, üvey anne de getirmediği halde, neden gülümserdi hep? 'Çocukları yanlış şeylerle bana karşı kışkırtıyorsunuz!' diyerek neden kızmazdı ki?

Düşünce zincirinde yeni bir yazı konusu çıktı işte...

Neden kızmazdı?

Neden?

13 Mart 2014 3-4 dakika 45 denemesi var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (2)