Güneşin Üvey Çocukları

Seni ne çok sevdim bilsen çocuk
Özlemine tutunduğum yekta ülkem de
Çok uzaklardan bağrıma işleyen hardan,
Ateş oldun kilitlendin ben de...

23 nisan Ulusal Egemenlik Çocuk Bayramı nedeniyle, Kars'ta tren yolu çocuklarıyla yaşadığım, şehrimize hatta Türkiye'mize özgü problemlerden olan bir anımı paylaşmak istiyorum. Bülbül mahallesini, Örnek mahallesinden ayıran tren yolu. Sanki Kars'ta yaşayan insanların kaderinide ayırmış gibi. Çocukluğumdan beri bildiğim komşularımız var. Örnek mahallesinde oturanlar sanki daha fakir, daha gariban, daha yoksun! Sanki Kars'ın içerisinde değiller gibi.

Yine Kars'tayım (2009.) Hava açık. Güneş şehrimin tam üstünde pırıl pırıl. Sanki hükümranlığını bizimle paylaşmak istiyor. Dayanamadık, evimizin yanıbaşında olan tren yoluna doğru çıktık yeğenlerimle. İlkin kulaklarımızı kızgın raylara dayayıp sesleri dinledik; daha sonra rayların üzerinde, tıpkı çocukluğumda ki gibi, dengemizi kontrol ederek yürümeye başladık. Örnek mahallesi çocukları yetişkin bir insanın rayların üzerinde yürümesini hem şaşkınlık, hem de merakla izliyor, bir taraftanda kuzuları otlatıyorlardı. Ben,'hadi gelin yarışalım' diye el salladım onlara. Geldiler! Önce durgun, birbirlerine bakıştılar ve daha sonra 'tamam' diyerek bir iki tanesi bizimle rayların üzerinde yürümeği denediler ve böylece başladı arkadaşlığımız güneşin üvey çocuklarıyla.

Bizi uzaktan gören bir kaç çocuk daha geldi, onlarla da konuşmaya başladık ve kalabalık olduğumuzu görünce, ben kendilerine, 'gelin yakartopu oynayalım' dedim. Yaşları 8 ila 14 yaş arası bu çocuklar, bilgi yoksulluğunun kırbacıyla budanmışlardı adeta. Çekiniyorlardı, ama kısa sürede kaynaştık ve iki ekip olup oynamaya başladık. İki de yeğenim var. coşkuyla oyuna devam ediyoruz. Oyunun tam ortasında yengem çocuklarını çağırdı, 'niye o çocuklarla oynuyorlar' diye birde herslendi. Ben kendisine karşı çıkarak oyunumuza devam ettik. Aradan epey zaman geçmişti ki, çocukların birisinin babası geldi ve neden oyun oynuyoruz diye eline bir taş alarak hepimizi çil tavukları gibi dağıttı. Hem korkmuş hem de anlam verememiştim bu tepkilere. Daha sonra Seyhan kümelerinde ki bir kaç aile ile konuştuğumda, tren yolu çocukları ile oyun oynanmazmış. Sanki onlar çocuk değillerdi gibi, öyle de rahat anlatıyorlar ki! Hem o taraf, hem bu taraf, farkında olmadan çocukları düşmanca büyütüyorlardı. Ve eminim ki hiç bir yetkili oraya uğramamıştır şimdiye dek. (Haziran 2010da epeyce gözledim tren yolundan, Örnek mahallesini, tezek içerisinde sanki mezarlıktı!)

Tren yolu çocuklarıyla ertesi gün yeniden toplandık rayların üzerinde. Kangal topladık, bir taraftanda soyup yemeğe devam ederken sohbet ediyorduk. Bir çoğunun okula gitmediğini öğreniyorum üzülerek. Sevginin ne olduğunu soruyorum; gülüşüyorlar! Çocuk yaşlarda ailenin geçim derdini yüklenen tren yolu çocukları, sorumluluklarının dışına çıkmasını dayakla ödüyorlar. Çevrede de dıştalandıklarını, okula gitmek istediklerini, her gün anne babalarından dayak yediklerini üzülerek anlatıyorlar. Hani bizim kültürümüzde 'dayak cennetten çıkma ya!'

Çünkü güneşin üvey çocuklarıydı onlar...

Onlar, yurdumun tüm çocukları gibi, isteksizce, hazırlıksız doğmuşlardı. 'Böyle gelmiş böyle gider' deyimini doğrularcasına bırakılmışlardı sanki ve ömürlerini her gün biraz daha törpüleyen kader yazgısıyla, serpilmeye başlamışlardı. Yetiştirme tarzımız anlayışından, çocuklar, yalnızca çocuklarla ve kendi aralarında oynardı. Hayatlarında öğretmenleri dahil, yetişkin hiç bir insanla oyun oynamamışlardı. Onlara; 'Haydi, ya kar topu oynayalım.' dediğimde gülüşmüşler, ciddi olduğumu gördüklerinde de şaşırmışlardı. Oyun esnasında, ilk yadırgamaları geçtikten sonra, yüzlerinde ki mutluluğun çoğrafyasını çizememiştim bir an. Toz içinde kalmış yüzlerinde, tıpkı, tuz ve kül arasında açan nadide karanfilleri andırıyorlardı. Bir çocuğu eğitmenin yolu, aldığım eğitiminde, bize öğretilen tekniklerden biriydi 'oyun.'

Fransa'da çocuklarla çalıştığım dönemlerde, her ulustan çocuk vardı. Ama şu çocuk, bu çocuk diye bir ayırıma rastlamamıştım. Hangi ulustan olursa olsun, hangi renkten olursa olsun, fakir ya da zengin olsun, aynı isim altında (çocuk), aynı koşullarda, aynı muameleyi görüyorlardı. Çok yaramaz bir çocuk ceza alırdı. Verilen ceza uygulanırdı. Türk ve Arap çocukları ceza bilmezdi ama onlara 'bak döverim ha' denildiği zaman uslanırlardı.

Ve hâlâ biz de, 2011 tarihinde, üzülerek Kars'ta lise öğrencisinin öğretmeni tarafından tekmelenerek dayak yediğinı okuyorum. Kin ve nefretle, sevgisizliğin sıkıntılarında şefkatten yoksun, ayrıcalıklar içerisinde büyüyen bu çocuklar, gelecekte, insanlığa ve ülkeye ne gibi faydalar getirebilir? Düşmanca, ikilemli bir eğitim verirken çocuklarımıza, ülkemizin geleceğini hangi tehlikelere hazırlıyoruz! Anne babaların çocuklara bakışları, kendilerinin aldıkları eğitim gibi devam ediyor. 'Çocuktur, burnunun katmeyiğini de yese büyür' mantığı hâlâ hakîm.

Neyse oyundan sonra çocukların yaşamını bir kaç gün, kendi ağızlarından takip ettim. O hiç önemsenmeyen çocuklar beni çok etkilemişlerdi:

Onlar, güneş doğarken, şafak ezgisine yansıyan buğday sarısının, mavi ışığını bilmeden, hayallerinde ki atiyi, gül nesline benzetip yaşamaya çalışan; bir yangın sonrası gibi, bakır tenlerinin çatlak çizgiler gölgesinden, yoksulluğun bir başka gecesinde, bütçeye katı sağlamak için, üzerlerinde şaklayan kamçının ucunu, bilinçsizce yakalamaya çalışıyorlardı. Onlar, gümüş bedenlerinde minik kalpleriyle, hayatın ince sızısı, kin ve nefretle büyüyen, kaderlerine salıverilen, güneşin üvey çocuklarıydı

Onlar, mümkünü yok, kendi iç dünyalarında kocamandılar. Erken vakitlerde dana ve kuzu güderek, hayatın yelpazesine, sanki şimdiden alışmak gibi devam ettiriyorlardı yaşamlarını. Kangalları toplarken; ellerine gurbet gibi batan dikenlerin acısına aldırmadan, kendi aralarında, keyifle günü akşam ediyorlardı.

Ataol Behramoğlu, bebeklerin ulusu yoktur diyor. Aynı şey, çocukların ulusu yoktur. Onlar dünyanın her yerinde bizlere armağan olarak bahşedilen, evrenin Allah yadigârıdır. Onların minik yüreklerine sevmek ekmeli, güzellikler ekilmeli ki, alacağımız meyve de ona göre olgunlaşsın. Onlar yeryüzüne sunulan yağmur gibi bereket, renkler cümbüşünü tüm yeryüzüne akseden gökkuşağıdır. Ve onlar, dünyanın heryerinde aynıdır. Onlara verdiğimiz değerleri, davranışlarımızla, yüreklerimizden tutam tutam çıkarıp, güneşle ısıtarak, irfan tohumlarını serpmeliyiz. Sadece 23 nisanlarda değil, her gün sevmeliyiz onları. Her tanenin bırakacağı ileti ekosunda kalıntılar ve alıntılar yaşadığımızı, yaşayacağımızı hatırlayarak ve gelecekte ülkemizi onların ellerine bırakacağımızı bilerek...

Nisan-2011-Fransa

23 Nisan 2011 6-7 dakika 8 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar