Hayatımız Hep Olması Gerektiği Yerde
-Masum kurbanların düşleridir dünyanın öte yarısından düşen.
Eğer öldürülmeseydi boşa çıkan dilekler, çiçekten bir dağın altına gömülecekti. -
Şimdi gece... Evet, dünya basittir ve çok dışındadır yaşamımız.
Bunu, bu gece çok daha iyi anladım. Hiç bir şey tesadüf değildi. Herhangi bir tesadüf olamayacak kadar garip bir düzen içerisindeydi her şey, fakat herhangi bir hikâye olmaktan kurtulamadı yine de...
Ben yerleştiremedim adının boş kaldığı yerlere, sana benzeyen kelimeler... Bu yüzden süslemeye çalıştığım tüm cümlelerde noktalama işaretleri vardı. Sen istediğini yaz şimdi oraya. Her hangi bir yere her herhangi bir kelime...
Bu yeni ve aşırı tanıdık kayıp duygusunu soğukkanlılıkla karşılıyorum. Akşam sağanağının başladığı sessiz sokakta, kaldırımın komşunun bahçesi ile kesiştiği noktadayım. Ve tam çiçeğe durmuş badem ağacının altında, seni anlatan bir şarkının ortasındayım. Ne senin, ne benim, ne de başkalarının hayatı bu şarkıya benzer.
Ama özleyiş ? Yani altın özleyiş... Orada hayat öyle geniş düğümler ve daireler içinde hareket eder ki ' vicdan azaplarının orta çağ betimlemeleriyle şekillendirilmiş resimlerin de çiçek dolu yaralar derinleşir ve döne kıvrıla vadilerinden ırmak olup akar, göllerinin durgunluğuna fırtınalar katar... Kendi içinden çıkma bir manastır mahzenine kapatır seni. Hem bahardan hem güzden tomurcuklar bırakır. İşte böyle bir gecede, yağmurun müzik olduğu, tozlu yollardan kokular kaldırdığı bir gecedeyim.
Biliyor musun? Tanıyor musun bu kokuyu?
Ya da, hiç tattın mı üzerine kaç defa tükürdüğüm kağıt mendile ağzımdan süzülen kanın tadını? Yutamadıklarım dışında...
İşte o anda düşlerimi söktüm ve bahçene gömdüm. Hepsi bir gün düşecekler o boşluğa. Ve göllerimin söylentileri yetecek bana.
Ucu sivri bir sancı mızrak gibi girip çıkıyor bedenime. Hâlâ direniyorum ayakta durmaya ve yardım için uzanan elleri itiyorum beklerken. En çokta bu yağmur ağlayışı altında badem ağacından dökülen çiçeklere üzülüyorum. Kapalı bir zaman bölmesinden çakıp sönen ışığın içeriden geldiğini fark ettiğimde loş bir oda da, bulanık bir zihinle uyanıyorum.
Ah! Acı bir yorgunluk... Ve nasıl da beklenmedik ölçüde hüzünlü yüzler kalabalığı.
Kar bir beşikte uyuyakalmışım sağ kalmak için bir gece uykusunda.
Dünya bir halenin etrafında dönüyordu o an.
Küçük, sımsıkı kapalı yeni bir yörüngenin başlangıcındaydı zaman. Şimdi, düşünmemek imkânsız... Bir kurt gibi atlıyor üzerime gece ve neredeyse söküp alacak beni hayattan.
Sen yoksun! Şimdi yarı baygın aklımda, çok sesli çeşitlemeler ölümsüz bir tema üstüne... Ve geçmişi bugüne kardığı mı biliyorum o anda.
// Avuçlarında tutmaktasın okaliptüs ağacının parlak yaprağını ve uzatıyorsun bir atın üzerinde, uzun saçların rüzgârda eserken asırlar öncesinde... Asil ruhunun tüm kapılarını kapatmışsın ve gözlerini özdeşleştirmişsin bir kabile kızının siyah gözlerinde. Ön avluda ot bürümüş bir anıt mezarın başında gözlerinden yaşlar akarken...
Kim oradaki ölü? ...Yalnızca mor laleler, sarı laleler, kandamlalı zambaklar açmış üzerinde... Cansız küçük bir bedeni buraya kucağında nasıl taşıdığın gözünde canlanıyor... Sabrının yaşam da kalmaya hiç yetmediği, geniş omuzlarında duran yıkıntıdan belli oluyor... Buz tutuyor kanatların, vurdum duymazsın yer yüzüne...
Genç söğüt ağaçlarının ve filizlenen otların içinden bir kıyıya yürüyorsun... Ölü kızın örtüsüz yüzü bakıyor gölün sularında... Ellerini daldırıyorsun yüzünü tutmak için bir hayalin... Sular da oluşan kıvrak figürler halka halka siliyor bütün öyküyü...
Sis koyulaşıyor... Yalnızca gölgen değil ardından gelen, gölün kıyısından kamışları yararak geçerken... Buluttaki ağaç, yıldızı alıp götüren bulut, göldeki ay peşinden geliyor ve sen hızla karanlık ormana dalıyorsun... İçin çiğnenmiş kar gibi akıp gidiyor gözlerinden //
- Dünya onları tamamen unutmadan önce gecenin altından parlak mavi bir gökyüzü kaydı -
Gitmeee !
Kendi sesimden uyandım. Donmuş boşluk gölünden üzerime eğilen yüzlerin beni seven hüznünü fark ettim. Çok şükür! Seslerine sadece dudaklarımı kıpırdatabildim. Etrafımdakiler, iliklere kadar ıslatan bir gözyaşı yağmurunun altında tekrar benden ayrıldılar. Karanlık yeniden üstüme çöktü bir keşişin külahı gibi...
//Ya annem? Annem daha sessiz çekiyor acısını, piyano tuşlarında ağlayan bir gam var ve uzaktan öper dudaklarım o piyanonun tuşlarını... Hiç bilinmedik birini zımbalar beynime...
Ah! Yeryüzünün tek cennet kucağı... Neredesin? Boğazımda düğümlenen müzik bana hep yalan söyledi... Ödemedim mi yeterince ? Ölmedim mi yeterince? Ve sen bana hiç anlatamamıştın mavi bir gökyüzü olmayacağını; dillenen ılık aşkların, yeniden bulunan suskun makamların ve karaağaçlar kadar ölü ezgilerin göz ardı edilemeyeceğini yürekte... Anlatamamıştın...
-Neden elini dudaklarına götürüyorsun? Zaten suskunum işte! Dünya çözülmek üzere ayağıma dolanan etekler gibi... Ne düşünceleri düşünecek haldeyim, ne insanları sanki, karanlık sıçradıkça yatağından, yüreğim cam fanusunda kırıldıkça çarpıp yüksek duvarlara, ışık almayan bir avluda cılız bir çocuk ağlıyor asılı kubbede... Belki de noktürnlerin asla yazılmadığı bir başka gezegenden geliyor olabiliriz...
-Senin yetiminim ben, almalısın beni içeri !
Büyük ve görkemli tahta kapı yüzüme kapatılıyor kaybolan bir tebessümün içinde. //
Yine karanlık... Gri bir pervane omuzum da... Rüzgârlı gece de ay sallanırken ne işi var benim yanımda... Mor çizgiler boyunca çok uzakta ki dağ dizisinin peşinden, düşüyordu rüzgâr esince döne döne aşağıya...
Ağır ağır kavranması gibi oluşuyordu tüm bunlar ve yeni bir rengin ağarması gibi solgun göğe uyku getiriyordu. Sadece yıldız ışığı gibi geceyi delen karanlıkta, koridorda ki fısıltılı konuşmalar içinden bir kız çocuğunun cılız ağlaması duyuluyordu... Gece tok bir karanlığa bürünmüştü ve doluydu mırıltılı konuşmalarla... Mümkün olsa ortadan kaldırabilirdim uykuyu; onu teselli edebilirdim, ama ihtiyacım vardı ışık boşalırken ve yuvarlanırken uykuya... Sönük ışıktan mı yoksa incilere benzetilen gözyaşından mı gecenin konuğunu seçemiyorum göz kapaklarım ardında... Kalabalık bir toplantıda kimseye tanıştırılmamış bir konuğa benziyor en çokta.
Gölgesinde yaşıyorum...
Bu ' O'
-Düşlerimiz terk etti bizi diyorum konuğuma.
Nefesin hala gözkapaklarımdayken benim, bir sınır çizebilir miyim aramızdaki bir karış rengi belli olmayan mesafeye?
Ya da çizilmiş sınırlara parmağımın ucuyla dokunsam? Sinderella büyüsü çözülür mü sürekli düş kırıklarımın destanın da?
Ama şimdi, nefes almamıza zaman yokken kaybolma duygusundan haz alabilir miyiz engin gün batımlarını yaşarken ?
Konuğum konuşmuyor. Diz çökmüş elini uzatıyor bana. Avucunda gök kuşağı parlıyor.
-Bak! Ne getirdim sana. Hadi uzat elini... Al!
-Ama ben biliyorum altından geçince dileklerin gerçekleşmediğini ve hiç bir şeyin değişmediğini.
-Çok oldu öğreneli diyorum...
-Ama ben Güneş'in Oğluyum...
-'Sana hiç yalan söylemedim ' diyor konuğum..
-Sayısız derinliğinde mavinin, gök yitirdi rengini diyorum hızlı ve soğuk bir akıntı geçerken ayaklarımdan...
Sesler karışıyor...
Sarsılıyor duvarlar...
Işık sarhoş... Hoşça kal...
-Beni yıkıp bırakan tüm vedalar, yüreği kırka bölen hançerdir-
(midekanamalıhastahanegünlüklerinden)
Bir dolu yaşanmışlık insana dair nice anılar, paylaşılan duygu yoğunlukları ve yer yer psikolojik tahliller. Güzel bir yazı kaleme alınmış. Kutlarım Demet hanım içtenlikle...👍
ne çok şey karalıyoruz hayata dair,
ne çok şey kendimizden,
bir nefes bitimi okudum okudum
kutlarım,
sevgiyle kalın...
Sevgili Ahmet ve Cemal Bey, Okuyan ve değerlendiren gözlerinize, yorum koyan kaleminize teşekkür ederim, aynı zamanda yazımı güne getiren seçki kuruluna ayrıca teşekkürlerimle. sevgimle, saygımla