Hüseyin Haydar Şiiri'nin Haritasında Gezinmek
İncil’den bir âyetin dediğidir: “Biz seni kurtlar arasına kuzu postunda yolladık’’
Benim dediğimdir: Hüseyin Haydar’ı da Türk Şiir Tanrı(cık)ları, “şiir kurtları”nın ziyan-zebun sofrasına, kuzu postunda yem etmeye kalkışmışlardır, seçki(cik)lerine almayarak, dergi(cik)lerinde anmayarak. Gelgörelim, Hüseyin Haydar, o sofralara minnet etmemiştir, asla ve kat’a! Şiirin hasına ve hakikatlisine soyunan erden kişi, "destur!" demekle yükümlüdür öylelerine: Bilir zirâ.
Yusuf Kaplan’ın dediğidir: “Türkiye'de bir Türk entelektüeli, sinemacısı, ressamı, şairi, müzisyeni, Davud-u Kayserî'yi, Molla Sadra'yı, Levnî'yi, Merâğî'yi, Hafız'ı, Birûnî'yi, Taşköprülüzâde'yi, Kemalpaşazâde'yi, İbn Arabî'yi, Ferîdüddîn-i Attar'ı neden bilemez değil, ‘telaffuz’ bile edemez? “
Benim dediğimdir: O kadar ıraklara seğirtmeyelim: Türk entelektüeli, ressamı, şairi, müzisyeni vd. Hüseyin Haydar Şiiri’ni de,-kahir ekseriyetle-bilemez; hoş, bilse de telâffuz edemez.
Ahmet İnam’ın dediğidir: “Ağacı gördüğümde ağacı gördüğümü gören gözü de görürsem ağaç değişir.”
Benim dediğimdir: Hüseyin Haydar Şiiri’ni gördüğümüzde, Hüseyin Haydar Şiiri’ni gördüğümüzü gören gözü de görebiliyorsak; Hüseyin Haydar Şiiri (de) değişir. Orada kalmaz ama: Kendisi değişirken, bizi de değiştirir.
Ahmet İnam’ın dediğidir: “Gerçeğin sonsuz göze gereksinimi var. Nasıl çoğaltabilirim gözlerimi? Öteki gözlere giderek. Onları görerek. Gördüklerini. Göz göze gelerek. Göz göz olarak. Bütünleyerek. Yukarıdan görerek. İçeriden.”
Benim dediğimdir: Hüseyin Haydar Şiiri’nin de sonsuz göze gereksinimi var. Sâdece o kadar değil, gönüllerin sonsuzluğuna (da) gereksinimi var. Nasıl (mı?) çoğaltabiliriz gönüllerimizi? Öteki gönüllere giderek. Onları görerek. Gönül gönüle gelerek. Gönül gönül olarak. Bütünleyerek. Yukarıdan ve içeriden gönülleyerek birbirimizi.
Ahmet İnam’ın dediğidir: “Saygısız insanların sevişmeyi bildiğini sanmıyorum. Trafik kazaları hep onların yüzünden oluyor. Sevişmeyi bilebilseydik, bu denli çok trafik kazası olmayacaktı.”
Benim dediğimdir: Ne ilgisi var canım, demeyin sakın: Bana sorarsanız, insanların saygısızlıklarının kökeninde, Hüseyin Haydar Şiiri’ni bilmemenin (de) pompaladığı bir “bomboşluk” (siz burada “bombokluk” diyebilirsiniz) var. Trafik kazâları da, çoğunca Nemrutların eseri. Hüseyin Haydar Şiiri’ni bilebilseydik, bu denli trafik kazâsı olmayacaktı. Hakikaten.
Erich Fromm’un dediğidir: “Sevgi bahsindeki başarısızlıkların üstesinden gelebilmenin tek yolu var: Sevginin de yaşamak gibi bir sanat olduğunun farkına varmak.”
Benim dediğimdir: Bir sınayalım kendimizi. Bir silkinelim. Başarısız mıyız sevgi bahsinde? Buna cevabımız evetse, yazıklanalım ama doğrulalım da: Sevginin de, yaşamak gibi genelde bir şiir, özelde bir Hüseyin Haydar Şiiri olduğunun ayırdına varalım.
Adını ne yazık ki anımsayamadığım birinin dediğidir: “Goethe 75 yaşındadır. 17 yaşındaki Ulrique’ye tutulur. Trene atlar, beyazlar giyinmiş, çiçeği burnunda bir güzellik olan o kızı tam iki saat izler, taşkın beğenmelerle. Goethe reddedilir, çaresizlikler içinde şöyle söylenir: ‘Elimde olmayan bir arzuyla yıkıldım. Gözyaşlarımı tutamıyorum. Durmadan dökülse de gözyaşlarım, beni yakan ateşi asla söndüremez.’ ”
Benim dediğimdir: Hüseyin Haydar ise 55 yaşındadır. Yâhut kâinatla yaşıt. Veyâ yaşsızdır. Ne önemi var? O da atlar trene, beyazlar giyinir o da, çiçeği burnunda bir güzellik olan o kızı (o sevgiliyi), ömrünce izler, taşkın beğenmelerle. Hüseyin Haydar da reddedilir, umarsızlıklara belenir ve şöyle söylenir:
Küçük sevgilisi hayatın, haydi!
Yokla ceplerini ve yaz son şiirini
Kara gürgen yaprağına üç dize…
Leopold Sedar Senghor ‘un dediğidir: “Sen kutlu ormanım benim, tapınağım, türbem,
sarmaşan köprüm benim, hurma ağacım”
Benim dediğimdir: Leopold Sedar Senghor, sevgilisine öyle seslenir de; Hüseyin Haydar, ondan aşağı kalır mı sanki? Daha daha gürlek bir biçemle seslenir sevdiceğine:
Uyanıyorum gecenin esmer evinde
Derin sessizlikte her şey uyuyor
Sevgilim dönüyor ak örtülerde”
Abdullah Rıza Ergüven’in dediğidir:
“Bir gözlerimdir gülen içinde saçlarının
Sonra iki yanımda yoksul evler
Benim dediğimdir: A. R. Ergüven’in coşkunluğunun yanına koymayı deneyin bir de, Hüseyin Haydar Şiiri’nin taşkınlığını. Diliniz-damağınız demeyeceğim, diliniz-dimağınız esrikleşecek. Ruhunuzun leb-i deryada kanatlandığınızı hissedeceksiniz:
Geçerim yeşil okyanusları
Bir yelim ben yağmur getiren
Gülüşümden sekti kurşun
Ezra Pound’un dediğidir: “Üç türlü şiir var: 1) Müziksel özellikli Meolopolia, 2) Görüntüsel imgelemli Phanopolia, 3) Sözcüksel ıralı Logopolia.”
Benim dediğimdir: Açın önünüze Hüseyin Haydar’ın "Doğu Tabletleri"ni! İster, tek tek okuyun o tabletleri, isterseniz ardı ardına, bütünselliğiyle okuyun. Tabletlerin hiçbirinden tek dize sökemezsiniz. Tek dize bir yana, tek sözcük, tek hece, tek harf sökemezsiniz. Böyle soylu dikkatlerle mayalanmış o şiirlerin hamuru, böyle soylu rikkatlerle. Öyle olmasaydı, ne Acı Türkücü kitaplaşırdı, ne Kara Şarkılar, ne Yıldız Tutulması, ne Sudan Gövde, ne de Zor Günlerin Şiirleri… Doğu Tabletleri, muazzam bir artçı olarak, bu öncü müfrezelere borçludur cengâverliğini ve civanmertliğini. Hepsinde müziksellik, görüntüsellik ve sözcüksellik, Deniz, Yusuf ve Hüseyin üçlüsü denli iç içe ve sarmaşdolaştır: Kaçınılmaz bir yazgı birlikteliğinde. Devrimselliğin diliyle… O sebeptendir, ikide bir, “Hüseyin Haydar, Doğu Tabletleri’nden başka şiir yazmamış olsaydı bile, şair sözcüğünün bütün olumlu anlamlarını kuşatacak derecede şairdir” deyişlerim. Bastil başlıklı Kırkıncı Tablet, tek tabanca hâliyle kanıttır dediklerime:
ben bastil! devrimin meydanıyım. söz bende
burada bekliyorum fransanın rahminde,
burada bekliyorum, yüz elli yıldır, yüreğim elimde.
bakmayın üzerimde gezen kuru kalabalığa,
öyle yalnızım, öylesine sıkılıyor ki canım, ah
beynimi kemiriyor, ciğerlerimi yiyor kendi yurttaşım.
meydan dolusu öfke içimde, meydan dolusu kin,
velakin, çok heyecanlıyım bugünlerde...
devrimciler gelecek diyorlar, türk devrimcileri,
öyle özledim öyle özledim ki kanat açmış sözleri:
asyanın isyankar çocuklarını bekliyorum.
doğunun arslanlarını bekliyorum: doğuyu ve arkadaşlarını.
yolu aç polis, çek elini savcı, kenara çekil tetikçi,
taçlandırsın paris'i bayrakların kardeşliği.
ey süslü parlementer! hiç duydun mu adını genç türkler'in?
utanıyorum senden çünkü fransız adı taşıyorsun,
utanıyorum senden: içiyorsun monteskiyö'nün içtiği kadehten.
basit neon ışıklarından utanıyorum senin.
bekliyorum, ne zaman bulacak fransa kendi fikrini?
nerede özgürlük için canını veren yurttaş?
temmuzun çocuklarına ne oldu, atardamar durdu mu?
yüzüm ruso'nun yüzü, kalbim robespiyer'in kalbi
cezayir'de kurşuna dizildi liberte ve egalite ve
kardeşliği boğdunuz atlantiğin dibinde...
şırrak şırrak diye inerdi giyotin, ebedi eşitlik için
bebeklerin başı için düşürdüm kıralların başını sepete!
jak şirak! amerikanca konuşmayı bırak,
başını kaldır da gözlerimdeki ateşe bak:
vive la commune! vive la commune! ya istiklal ya ölüm
Sezai Karakoç’un dediğidir: “Sanatçı, adeta, bilmediğimiz bir dünyadan bir kaza sonucu dünyaya düşmüş bir yaratıktır. Yani fizikötesi bir kazazede”
Benim dediğimdir: Hüseyin Haydar Şiiri’nde, Hz. Muhammed başlıklı Kırkıncı Tablet, dirençli bir kavşak olarak vardır ve oradadır: Olanca haşmetiyle, haklılığıyla ve hakkaniyetiyle. Dinci bezirgânların tuzağına katiyen düşmeksizin, onların kumpaslarını bozarcasına bir ululama görüyoruz, o şiirsellikte. Samîmi dindarların, katışıksız-gıllıgışsız müslümanların ahir-evvel önderi Hz. Muhammed’i göklerce ve yerlerce alkışlama görüyoruz. Hüseyin Haydar, burada fizik-ötesi bir kazâzededir gerçekten; gene de fizikselliğinden ödün vermeden. Bu dünyanın somutluğundan bir lâhzacık kopmadan. Düşmeden feodal ümmetçiliğin çukurlarına. Akıl-dışı, gönül-dışı soyutlamalara saplanmadan. Evrenselliğin, dünya kardeşliğinin şanlı ve eşsiz bayrağını çeke çeke göndere. Kanıtı şuracıkta, Kırkıncı Tablet’te:
Mecbur doğdum. Kuma serili sert bir döşekte,
Hurmaların yüzüne renk
düştüğü ışıkta,
Doğduğum gece boğdum
nefsimi, ilahi beşikte.
Allahı gördüm Abdullah’ı
görmedim. Amine hayaldedir.
On yaşımda karıştı uykuma Babil ve gök burçları,
Ne haldedir şimdi Yemenin
yetimleri açları?
On iki yaşımda uzaklardaki Bahiraya gittim ve din,
Dinlenmedim bir an bile,
yoksullara yetişmek için.
Bir gecede geçtim Cebeli,
Endülüs ve Sevilla ve din,
Dinmedi ağrım ne Mekkede, ne Medine’de...
Yürüdükçe arttı beynime yürüyen kan ve kelam ve din,
Dingindi çöl, dingindi döl ve dingindi kervan...
Safa tepesine çıkıp haykırdım Mekke’nin boş kafasına:
Ayağa kalk! Ey örtüsüne bürünmüş temiz halk!
Aşkın reddinden başka varlık kalmamış burada ve din,
Dinledim göğün inleyişini, yerin dillenişini,
Ayaklarımın altına seyirtti Hıra. Dudaklarım hararette.
İkra bismi rabbiküm! Okudum isyanın ateşiyle.
Ağırdır emanetim, çekemezsin! Üç yüz deve yükü kadar.
İkra bismi rabbiküm! Okudum ölünün nefesiyle.
Dil döndükçe yıkıldı zulüm, doldurdu hendeği külüm.
İkra bismi rabbiküm! Okudum karıncanın sesiyle.
Okudukça yayıldı kıtaların
damarlarında gıda,
Okudukça açıldı gözleri
uyutulan çocukların...
Allah nurdandı. İnsan
çamurdandı. Kâbe taştandı.
Ama siz altına büründünüz, secde ettiniz uygar putlara,
Tanrıya teslim olduk, dediniz de alçaklara eğildiniz,
Salya sülük bezirgâna
kandınız, yandınız!
Onun dostu puştandır, kurusu yaştandır, yüreği haçtandır:
Boynunda hurma lifinden
bükülmüş kement,
Amerika’ya kadar gider de
Erzurum’a gidemez, neden?
Teksaslı çavuşa güvenir de Mehmetçiğe güvenmez?
Birden gürledi Asyanın en
büyük oğlu Muhammet Mehmet:
Zalime uşaklık eden, zalimden dilesin medet!
Sezai Karakoç’un dediğidir: “Eskiden sanat ile zanaat arasında fark gözetilmiyordu. Şiir nasıl aşkla yazılıyorsa mintan da aşkla dikiliyordu.”
Benim dediğimdir: Büyük şairimiz Sezai Karakoç merak etmesin: Hüseyin Haydar Şiiri, aşkla yazılan şiirlerden; tıpkı aşkla dikilen mintanlar gibi. O şiirin köklerinde, dallarında, yapraklarında, çiçeklerinde, kadim şiirimizin nefesi; gövdesindeyse, kadim şiirimizin özsuyu dolaşmaktadır. Ölümden Ağırım Şimdi başlıklı, o ağıtsal, o destansı şiir; başka türlü nasıl kotarılırdı yoksa?
I
Yatar zakkumdan yatakta
Ozanlar içinde bir deli
Solgun yüz döner yastıkta
Can dönmez mi ana karnında
Kanatlarım karanlıkta
Öter yaslı ırmak kuşu
Dallarda dener kendini
Uçar konar budaklarda
Kurşun dönmez yatağına
Masallarım ıraklarda
Döner yastıkta sayrılı baş
Yükselir yas ezgileri
Hava neden böyle kara
Yürek ölecek bugün
Atın beni ırmaklara!
II
Ağulu dumanlar akar yukardan
Bıçak yırtıkları taşıyan ak
Bir örtü geçer başından
Ağulu dumanlar; yaseminler içinde
Üç yara almış tek küskün yürek
Yüzer yüksek bulutlar üstünde
Dumanlar arasında akar dolunay
Yaralı dudaklar ayın içinde
O körpe erikten titrek dudaklar
Akar dolunay; alnının altından
Üç yara almış tek küskün yürek
Yatar derin denizler dibinde
Bıçak yırtıkları ette ve gömlekte
Yıldızlar içinde uçar kollarım
Yeşil kundak bezimden bir gökte
Ölüler yüzer; boş kimlikler ellerinde!
III
Ölümden ağırım şimdi
Ancak bir ışığın tartabileceği
Bir ıslığın susturabileceği
Yüreğim geçti öteye...
Ölümden ağırım şimdi
O çamurlu giysileri giyindim
O pis ve kanlı gömlekleri
Bir fısıltı susturabilir beni
Ancak bir bakışın avutabileceği
Gözlerim geçti öteye...
Bir kuru ot kurtarır şimdi
Yasak yazılar gibi yanan gövdemi
Bir tüy çekebilir taa aşağıya!
Blaise Cendrars ‘ın dediğidir: “Şiiri önce yaşamak gerek. Yazılması fazlalıktır. Yazarlığım bir meslek değildir, yaşamak bir meslek değildir.”
Benim dediğimdir: Cendrars’ın bu sözünü alın, Hüseyin Haydar’ın şiir haritasının üstüne koyun ve deneyimleyin: O sözle o harita, bir milimikron bir sapmasızlıkla örtüşecektir. Yüzde yüzden yüz kat fazla bir ihtimâlle örtüşecektir. Hüseyin Haydar’ın dünyaya bakışına katılmayabilir, onun felsefî-siyâsal açılarına yerleşmeyebilirsiniz. Mümkündür ve tabiidir. Kendi adıma konuşayım: Karşılıklı otursak, Hüseyin Haydar’la kimbilir ne çok didişirdik. Fakat olsun, onun, fırından yeni çıkmış ekmek kokusu tâzeliğindeki, başarılmış bir devrimden yeni dönmüş genç militan tavrındaki şiirlerinin yüzüsuyu hürmetine, sarılırdım kendisine. “Bana şiirlerini okumakla yetin Hüseyin Haydar, boşver gerisine!” bile derdim, gâyet açık kalplilikle. Bununla yetinmez, hazır karşımdayken ona, “yazarlığın ve yaşamanın meslek değil, meşrep olduğunu, senin şiirlerinin haritasında gezinirken öğrendim” demeyi de ihmâl etmezdim. Öyle ya, gözünü budaktan sakınmaz birkaç entelektüelimizden biri olan, filozofik-eleştirmen Füsun Akatlı’yı, hâfızama kehribar harflerle kazıdığım o vecizesiyle hatırlardım sonrasında : “Birkaç dizelik bir şiir, bazen ciltler dolusu felsefe kitabına bedeldir.”
Charles Bukowski’nin dediğidir: “Sadece yaşayan biri gerçekten ölebilir. Cenaze törenlerinin çoğu, ölülerin ölüleri gömmesinden başka bir şey değil.”
Benim dediğimdir: Charles Bukowski, o dünya aykırısı, yerküre çelişiği yazar, haksız mı bunları demekte? Haksızsa, siz şiirsizler, siz yaşamasızlar, ne halt edeceksiniz şimdi? Yok, haklıysa ve Hüseyin Haydar Şiiri’nin haritasına hâlâ yabancıysanız, ben ne diyeyim size? Hüseyin Haydar Şiiri’nin haritasından, Bırakıp Gitsinler başlıklı şiiri, kulaklarınıza küpe niyetine, okusam giderayak, dinler misiniz beni:
Akşam yelleri sokakta kaldı
İnme bahçeye, balkona çıkma
Açma pencereleri
Kurşunlar dolar içeri
Dışarda, yolun üzerinde
Ölüler yatıyor yalnız
Yarım kaldı çaylarımız
Camları dağılan kahvelerde
Ay ışığı sokakta kaldı
Açma perdeleri
Kurşunlar dolar içeri
Yitiverir kuşlar
Biçilir akasya çiçekleri
Yıldız parıltıları dolaşmıyor
Gidip gelen gölgeleri
Nöbet değişiyor devriyeler
Bir ölü kuşatıyor kendini
Yanık türküler sokakta kaldı
Aralama yorganını
Kurşunlar dolar içeri
Vurulursun...
-Duyuyor musun
canım benim duyuyor musun
Duysalar da, duymasalarda öyledir: Hüseyin Haydar’ın şiirini okumak ayrıcalıktır, insanı şereflendirir. Bilinsin istedim. Ölüleri ölülerin gömmesine karşı yaşayanların, haklı, haklı olduğunca da kutlu direnişidir onun şiiri. Bu benim son dediğimdir.
(*): Berfin Bahar, Ekim 2011, Sayı 164