Huzuru Ararken...

Huzur nerede?..

Koskoca bir mahallenin tam ortasındaydık, duyularımızın doğrultusunda sağa sola bakan gözlerle caddeyi arıyorduk, ama hangi caddeyi bilmiyorduk. Hadi caddeyi bulduk diyelim sokağı da bilmiyorduk ve onlarca binanın ortasında, ne bir numara vardı, nede daire aklımızda. Aslında bilindik bir adresti aradığımız, kime sorduk ise tarif edemiyor ve daha önce buralara hiç uğramadığını söyleyip set çekiyordu aydınlığa giden adımların önüne...yaşayan bir efsane zannedenler ve senaryo üretenler ipuçları veriyordu boşluğa doğru...

Peki öyleyse neredeydi bu kahrolası...

Hiçbirimize yabancı olmayan, gözle görülemeyen, duygularla tarif edilemeyen, sanki zamanı gelince çıkıp, süresi dolunca kaybolan bir tahayyül misali aramızda gezinen biriydi...

Belki de göçebe yaşıyordu da, biz yerleşik hayatta arıyorduk onu...

Nasıl, nerede ve ne şekilde diye hep kurcalayıp durduk ve bakın ta nerelerde bulduk huzuru...

....................

İşi esnaflık olan bir tüccar, kazancının bol olduğu günlerde huzurlu bir halde eve gelirken, iş olmadığı günlerde sinirli ve stresli olabiliyor hatta bu uzun sürdüğünde ise saldırganlaşabiliyordu. Öyleyse huzur parada diyebilir miydik?

Şayet huzur parada olmuş olsaydı, nefes alıp veren dünyanın en varsıl yaratıkları, aynı zamanda dünyanın en huzurlu insanları olması gerekirdi. Oysa bir çok varlıklı insan aradığı huzuru bulamıyordu. Paranın huzur üstünde etkisi ve rolü ne kadar büyük olursa olsun, parayla huzur satın alınamıyordu...

Para denen materyal sadece erk yaratıyor, çilingir misali en güç kapıları bile zorlanmadan açıyordu ve kimi sıfatsızları bile adam yerine koymaya yetiyor, vefa denen kelime ise söylendiği yerde bitiyordu ne yazık ki. Hepsi bundan ibaretti işte.

Huzur bazen az parayla çok şeyler almak...bazen de gevrek bir simidi tam dört kişi paylaşmak ve kimi zaman aç gezmekti...

Huzur bazen gösterişten uzak, çok sakin bir hayat yaşamak ve kimsenin tanımadığı sıradan bir adam olmaktı...

Bazen de takım elbise ve kravatlı bir adama beyefendi diye hitap ederken, aradaki nüans farkını bulmaktı ve kafasına takılanları çözmek yerine cevapsız bırakmaktı...

....................

Bebekken bizi uyutmak için büyüklerimiz masal anlatır çoğu kez masal bitmeden uyuturlardı. Bir rahatlama olurdu içlerinde ve başarmanın huzuru kaplardı bedenlerini. Birde büyükleri uyutan masallar vardı. Ama bunları anlatanlar ne kadar huzurluydu bilinmez tabi.

Yalan söyleyerek basamakları çıkmak, yorulduğunda ise birilerinin sırtına binerek dinlenmek, yalnızca zamanı kurtarmak ve alabildiğine uzaklaşmaktı huzurun sıcak gülümsemesinden...

Huzur bazen kaybedeceğini bile bile dürüst kalmak ve dimdik ayakta olmaktı...

Huzur çocukken masallarda ki Alaaddin'in Sihirli Lambasını, büyüdüğümüzde ise gerçeğin ta kendisini aramaktı...

Huzur bazen de bir annenin ışıldayan gözlerinde kaybolmak ve onu üzmemek için uyuma numarasıyla sessizliğe demir atmaktı...

....................

Aşk denince sevgili ve sevgili denince mutluluk gelir insanın aklına. Aşkın insanı mutlu ettiği tıbben ve psikolojik olarak da kanıtlanmış olması, yaşananların da bunlara canlı şahitlik etmesi, fazla söze gerek kalmadan cümleleri kısa tutmaktı. Eğer birine aşıksanız dünyanın en mutlu insanısınız. Sabahları erken kalkmak ve kalktığınızda en güzel giysileri giyinip, gece geç yatmanıza rağmen sanki saatlerce uyumuşsunuz gibi uykusuz olmak, dişlerinizi fırçalarken bugün daha beyaz diyerek keyif almak ve kapıdan çıkış adımını atarken adeta uçarak fırlamak ve onu gördüğünüzde ise heyecandan duracak gibi olan kalbinize, birde ağzınızdan çıkan o ?seni seviyorum? sözlerine sahip olamamak vardır...Yani mutluluğun tescilli halidir görülmeye değer olan.

Soğuk bir kış akşamında mutluluktan donan ellerimizi avuçlayan sıcaklıktır o.
Sıcak yaz akşamlarında ise, huzur dolu kalbimize serpilen bir yüreğin serinliği.

Huzur bazen bir sevgilinin gözlerinde yansıyan ışık... bazen de gecenin bir yarısında çalan telefonun ucunda asılı bir umuttu...

Huzur bazen sonucu ölüm olsa dahi, yutulmasından korkulmayan zehrin ağısında gizli bambaşka bir dünyaydı...

Huzur kimi zaman yollarına düştüğümüz sevgilinin görüntüsünde...kimi zamanda uğrunda verilen amansız mücadelesindeydi...

Huzur kuru ayaz bir gecede yürümekte ve üşümekte olan yare verilen paltonun ardından, titreyen bedendeki kıvılcımın sıçramasında ve itfaiyeye haber verilmeden yakılan ateşin alevindeydi...

....................

Her erkek çocuğu mahalle arası kavgalarında azda olsa yer almıştır. Bu kavga ister caddede, isterse bulvarda olsun adı her harikulade sokak kavgasıdır. Hiç kimsede buna cadde kavgası veya bulvar kavgası demez nedense.

Delikanlılık devresinin hayata girmesiyle işinde boyutu değişir ve kavgalar ölümüne olur kimi zaman. Racon kesilir çoğu kez ve mahallenin en kabadayı adamı seçilir zamanı geldiğinde. Gece olduğunda ve uykuya çöktüğünde insan, baş yastığa konulup, gözler yumulduğunda ne kadar külhanbeyi varsa bir o kadarda yürek olmalıydı içlerinde.

Çoğu huzurun gölgesinde dahi bulunamayan şartların ve düzenin bıçkınıydı.

Huzur bazen yazılmaktan öte oynamaktı hayatı...bazen de bir yıldız gibi geceleri çıkardı ve uykuya yazılırdık farkında olmadan biz...şafağın sökmesiyle kaybolurdu yüreklerden suskun ve de sessiz...

Huzur kimi zamanda nereden geldiği belli olmayan bir yumruktu sanki, yada ara sıra esen sert bir fırtına, belki de yalnız belli kişileri, belli zamanda ıslatan sulusepken bir kardı sadece...

....................

Dışardan bakıldığında neşe saçan ama aslında Pollyannacılık oynayan, çok akıllı olmaktansa deli kalmayı yeğleyen gariban ve bir o kadarda yalan tebessümler vardı. Birileri böyle olmasını istiyordu ve kuralları vardı yapılan tüm içimizdeki sahte gülüşlerin...

Ardına gizlediğimiz birde masumane hüviyetimiz olmalıydı, bugüne kadar kimselerin dikkatini bile çekmeyen ve hiçbir doğruya iliştirilmeyen...

Huzur kaybettiğimiz günü yeniden aramaya başlamak ve senaryonun içinde olup kandırmaktansa, izleyici olarak kandırılmaktı...

Huzur bazen inandırılmış sevdaların sonrasında ortaya çıkan ve çaresi olmadığını anladığımızda, eski alışkanlıklara istemeyerek de olsa son vermekti...

Huzur kimi zaman ağlamaya hazırlanan gözlere inat, acıyla kaplı yüreğe sızıp, yinede gülmeyi becerebilmekti...

....................

Huzur gökten aşağı sarkıtılan yüzlerce ipten en kısa olanıydı, uzun ve bize en yakın olanlar ise acı, korku, çile ve mücadele doluydu. Hatta bunların ucu yere değiyor, bırakın uzanmayı ayaklar altında sürünüyordu. En kısa ipe ulaşmak için uzun iplere tırmanmak ve onlardan destek almak gerekiyordu.

Huzura giden yol belki de acılara tutunmak, korkular yaşamak, çileler çekmek ve mücadeleler vermekten geçiyordu...

Kestirme bir yolu bulunmalıydı bunun ve kullanılmalıydı asfaltlanarak...

Bir bedeli varsa ödenmeliydi hiç vakit kaybetmeden ve geleceği rezil etmeden...

Huzur bazen acının tadında gizli lezzetli bir yemeği tatmaktı...

Huzur bazen korku dolu bir gecenin sabahında uyanarak içinden derin bir ?oh? çekmek, terli teninden boşalan rahatlamanın üstüne bir bardak su içmekti...

Huzur çok eski bir tanıdık olsa da, uzaklaştığında daha önce hiç karşılaşmadığımız bir yabancı kadar buzdu ve -70 derecede yaşayan Eskimoların memleketi kuzey kutbunu andıran bir soğukluktu...

....................

Şehirlerarası otobüs yolculuklarında genellikle ön sıralar ve cam kenarı tercih edilir. Nadirdir koridoru seçenler, yok denecek kadar az ve anlamsızdır en arka koltukta seyahat edenler. Hele birde yanınızda sevgiliniz yada en sevdiğiniz arkadaşınız yani kankanız varsa, değmeyin yarin ince telli zülfüne o zaman.

Uzun yola birde altınızda gıcır gıcır parlayan ve hadi sür beni diye bağıran şahsınıza münhasır bir arabayla çıkmak varsa, en güzel mekanların hepsi birer mola yeridir ve buralarda durmaksa, üzerimize düşen mecburi birer farz gibidir. Bu esnada en sevilen sanatçıların en son kasetleri de, unutulmadan alınmıştır yolculuk öncesi, en efkarlı zamana vurulan bir bıçak gibidir ve alıp götürür bizi geçmişin derinliklerine, hiç kimseler bunun farkına varmasa bile.

Huzur bazen kontağın marş motoruna hükmetmesiyle hareketlenen otobüsten sallanan bir çift el ve terminal çıkışına kadar uzanan özlem dolu bakış...

Huzur bazen yolculuk öncesi alınan ve yolun yarısına gelindiğinde acıkmasanız da açılan kutu meşrubatla, birde yanında cips yada topkekle başlayan tatlı bir muhabbet...

Huzur bazen de gece yolculuğunun gece yarısında tam uykunun demindeyken gözler, kulağınızda zonklayan ?yarım saat çay ve ihtiyaç molası? diye anons eden hostesin o etkileyici sesiyle, ardından çekilen el freninin yumuşak inişindeydi...

Kimi zamanda otomobilin içinde uyumayan bir çift göz olmanın yalnızlığında ve kayan yıldızları görebilmenin sıcak romantizmindeydi...yani sürücü olmanın mecburi zorunluluğunu taşımaktaydı...

...................

Akşam olunca el ayak çekilir tenhadan ve çekilir evin tüm perdeleri, yemekler yenir sohbetler edilir, ardından çayın suyu konur hemen ve ocağın altı ateşlenir hiç beklemeden. Su kaynaya dursun ocakta, televizyonun karşısına geçilerek beklenir, yeni bölümü başlayacak olan yerli dizinin. Üstelik geçen hafta en heyecanlı yerinde kalmıştır. Lakin aynı saatte Avrupa Kupalarında Beşiktaş'ında maçı vardır. İlk maç deplasmanda 1-0 yenik bitmiştir, anlayacağınız bu maç çok kritiktir. Evde tek televizyon olması da sinirleri germektedir. Biri fedakarlık edecektir ama hangisi, yazı tura atalım der kadın, bilindik bir cevaptır aldığı. Kahveye gitmeye karar verir delikanlı, orda herkes erkektir hatta küfürde serbesttir ve açar konuyu hatuna.

Çoğu kez muannit olsa da kadın.

Kadın bu işte...beyi olmadan dizi seyretmektense, onunla olup maçı izlemeye karar verir. Hatta gol olunca kaptırır kendini biran ve zıplar yerinden beyiyle birlikte. Onu zıplatan golden ziyade eşiyle birlikte olmak ve sıcaklığını duymaktır. Çaylar soğusa da sıcaklık, şekersiz içilse de tatlı bir huzur oluşmaktadır.

Huzur bazen golü santrfordan önce atmak ve doğru kararı hakemden önce vermekti...

Bazen de ofsayda düşmek ve akabinde itiraz etmekti, ama kararın değişmeyeceğini de bal gibi bilmekti...

Kimi zamanda galibiyeti aralayan golleri peş peşe atıp, skoru garanti altına alarak, unutulmaz bir geceye yenisini ekleyebilmekti...

Çoğu zamanda içten yapılan bir fedakarlıktı işte ...

....................

Her mevsim tadında lezzetlidir ve havaların soğumasıyla başlar kışın yaman direnci. Yağan yağmurlarda ıslanan insanların koşuşturması göze çarpar. Birde ahmak ıslatan yağmur tiplemesi vardır da, birileri o yağmurda bulurdu huzuru. Onun için huzur sudan çıkmış balığa dönene kadar ıslanmak, hasta olmayı da göze almaktı. Birileri farkına varırdı o ahmak ıslatan yağmurların altında gezmenin bir başka olduğunu.

Bazen takvimleri yanıltsa da doğanın şartları, kışın en sert geçen ayıdır Aralık. Soğuk ve kar beraberinde getirir yaşımın içinden çıkılmaz zorluğunu, yollarda kalan otomobiller, soğuktan donan ve hatta ölen sahipsiz insanlar, kimin umurunda çoğu zaman. Şartlar o bembeyaz zemin kaplamasını kabusa çevirir birden. Ama birde çocuk gözünün dürbünüyle bakarsanız yağan kara, değişir işin rengi, ardından kaybolur iki kuşak ahengi ve karlar düşer masumane dünyamıza, yüreğimize beyaz bir örtü çekilir.

Huzur bazen okul çıkışında evin yolunu unutup kartopu savaşı yapmak...
Bu zevkli savaş genellikle erkeklerle kızlar arasında geçer, belki de sevgimizi belli etmenin tam zamanıdır. Avuç içinde sıkılıp özenle yuvarlanan kartopu, en sevdiğimiz insana atılan bir kırmızı güldür adeta. Şakayla karışık yerlerde yuvarlanmalar falan işte...

Huzur bazen bir Pazar sabahı kapı önünde saatlerce uğraşarak yapılan, kardan adamın gözlerindeki kömürde, burnundaki havucun tazeliğinde ve devasa büyüklüğündeki heybetinde...

Bazen de sıcak sobanın başında anıları yad etmek ve çınlatmak geçmişte ki eski, ama eskimeyen dostların kulaklarını...birde ardından çekilen ?hey gidi günler hey? narası vardır, kim bilir içimizde anlatılması güç ne yarası kalmıştır hani...

....................

Hayvan isimlerinin insanlar üstünde menfi yada müspet bir çok etkisi vardır. Birine ?Aslan? gibi adam dersiniz kendini bir şey sanar, ?Sığır? gibi adam dersiniz hemen alınır. ?Koç?um benim dersiniz keyif alır, ?Eşek? herif deseniz kırılır. Aslanla Koç keyif verirken, Sığırla Eşek sevimsiz gelmekte insana.

İnsandık insan olmasına da, en tıkalı zamanları açmak için ihtiyaç duyduk hayvanların karizmalarına ve en birikmiş zamanlarda gözümüzün önüne getirdik onları birer birer...

Aval aval bakan birine ?öküz?ün trene baktığı gibi bakma denir hani...

Şişman birini görünce, çoğu kez ?ayı? gibi adam denir hiç beklemeden...

İri yapılı bir kadına rastlarsanız betimleme hazırdır, ?at? gibi kadın denir hemen...

Kolay beğenmeyen, yada ikide birde sevgili değiştiren müşkülpesentlere ?maymun? iştahlı benzetmesi tam isabettir sanki...

Adam uzun boyludur ama kurtuluşu yoktur onunda, ?zürafa? gibi boyu vardır...

Konuşulanları geç anlayanlar uçmasını beceremese de ?kuş? beyinlidir nedense...

İlk kez karşılaştığınız birinin simasını beğenmediniz, ?şempanze? suratlının biridir o...

Sessiz sedasız bir köşede oturmak, çaresiz ?kuzu? gibi olmaktır...

Birileri size aşırı askıntıdır ama aslında ?sülük? gibi yapışmaktadır farkında olmadan...

Ufaklık dışarıdan yeni gelmiştir, aynı zamanda açlıktan karnı zil çalmaktadır. Anladığınız gibi işte, çocuk ?kurt? gibi acıkmıştır...

Kavgalar başlamadan önce polemikler başlar ve atıfta bulunulur karşı tarafa, çok kibar değildir ama gereğidir raconun. ?Köpek? gibi hırlama denir yutkunmadan daha...

Soğuktan içeri girersiniz ve sobanın başına kıvrılırsınız bir ?kedi? gibi...

Uyanık insanlara karşı dikkatli olmak gerekir her an, çünkü onlar ?tilki? gibi kurnazdır çoğu zaman...

Örümceklerin ufak yapısına aldanmamak gerek, eğer çağı yakalayamamış, zamanında gerisinde iseniz, siz bir ?örümcek? kafalısınız. Örümceklerin duyguları olsaydı alınırlardı, belki de dava açarlardı...

Erkeklerin çoğu balık etli kadınlardan hoşlanır ve çok güzel bulurlar. Ama hiçbir ?balık? güzellik yarışmasına katılamadı şu ana kadar, nede olsa ekürileri çok iyi götürmekte bu işi zor zar...

Daha onca hayvanın anlatımı kaldı aklımızda, kimi sinir bozucu tiplemesi kimide haz duyulan tarifi ile...

Huzur bazen aslı olmayan kopyanın söylenen sözlerinde ve yazılan kelimelerinde aranıp durmaktaydı...

Huzur bazen balığın etinde, atın ihtişamında, kuzuların sessizliğindeydi işte...

Huzur bazen yalnızlığımızı paylaşan bir kedinin derin tüylerinde, bazen de yaşamın bilinmeyen noktasında bulunan bir başka kedinin soğuk ve üşüyen bedenini saran bir başka elin sevgi dolu sıcaklığındaydı...

....................

Uykumuz gelse de gelmese de gece oldu mu kilitlenir gözlerimiz ve bağlanır dilimiz. Ardından kimselere görünmeden alır başımızı gideriz, bir başka dünyanın bir başka ama kısa yolculuğuna. O an uykuya gömülür bütün yorgunluğumuz. Komşunun komşusundan bile haberi olmaz artık, kimi zaman da davullar çalsa duymaz, o çift adet iki yelkenliyi andıran kulaklarımız. O anda basılır deklanşöre ve içinden çıkamadığımız sorunlarımızla kaybolur gideriz, rüyanın gerçeğine uygun çekilmiş sahnelerinde.

Gerçek hayatta gerçeği anlamışsak da , rüya aleminde de gerçeğe uygun oynamışızdır rolümüzü hep. Ne kadar yara alsak da diğer oyuna çıkarken öncekinden kalan, sonrasında kaybolan izlerinde arayıp durduk huzuru.

Huzur bazen sabırsızlıkla beklenen iyi geceler komutundan sonra alınan, uyku pozisyonun engin sessizliğinde...

Huzur bazen sabah saatlerinde yapılan ?akşam olsa da uyusak? muhabbetinin sabır taşı beklentisinde...

Huzur bazen de elimizi ağzımıza götürmekten, ağzımız yırtılana kadar ayırdığımız çenemizi ve gözlerimizi açamadığımız esnemenin uykusuzluk belirtisinde...

Huzur kimi zaman ise, gündüz gözüne çaktırmadan yapılan, akide şekerlemesinin rahatlatan dürtüklemesinde...

....................

Hastanelerin doğum kliniğinde yaşanan koşuşturma gözden kaçmaz hiç. Bir annenin acıyla karışık duyduğu sevincinden koridorlara yansıyan, uzun havanın ardından çalınan oyun havası ritmindeki melodidir mutluluk.

Kimsenin tahmin bile edemeyeceği bir heyecandır babadaki, beklemek doğurmaktan daha zordur sanki. Yerini şükür dolu bir huzura bırakır ve hep bir ağızdan söylenir ?gözün aydın? klasikleri.

Her anne yada babanın gönlünde mutlaka bir cinsiyet olurda, çoğu söylemek yerine gizler sebepsizce. Tercih hakkı yoktur belki ama, en doğal hakkıdır insanın özlemleri. Genellikle ?eli ayağı düzgün olsunda, fark etmez? dense de, aslında aldatmacanın içimizi parçaladığı bir zelzeledir ve bunun yaralarını yine yüreğimiz sarabilmektedir.

Huzur kimi zaman bir hastane koridorunda yeni doğmuş bir evladın kokusunda...kimi zamanda baba yada anne oldum diye bağırmanın özgür çığlığında...

Huzur kimi zaman çocukla çocuk olmak...kimi zamanda kendini büyük bir adam zannetmekti...

Huzur bazen ?erkek adamın erkek çocuğu olur? diyerek pederşahi toplumun tüm geleneklerini göz önüne sermek ve mutluluktan deliye dönmekti...

Huzur bazen de anlık bir tebessümden ve kıpkırmızı yüzden geriye kalan, anlatılmak üzere yarım bırakılmış, nostaljik mazilerin denizinde yüzmekti...

....................

Müzisyenin yaptığı son beste öncekilere on çekmektedir ve en güzel bestesidir, tıpkı şairin yazdığı son şiirin daha öncekilerden çok daha güzel olması gibi ve ressamın çizdiği son tablo görücüsünü bekleyen bir şaheserdir artık. Sevilmenin ve beğenilmenin keyfini yaşamaya ramak kalmıştır. İşin diğer boyutu ise hiç düşünülmemiştir, sanki her gören yada duyan adeta küçük dilini yutup ahraz olacaktır. Yalandan da olsa beğenilmek vardı hani ve kırılmasın diye kalpleri sağlam tutmak, eğer kayıpta düşerse yamayı iyi yapmaktı.

Huzur bazen kimseden yardım almadan tek başına başarmaktı bir işi...

Huzur bazen dilimizin ucundaki yeni bestenin çıkmamak için direnmesi, inat eden bir mısranın sabahı beklemesiydi...

Huzur bazen de gözlerin içine bakarak söylenen yalanlarla gizlenmiş iltifatların, çamaşır suyuyla beyazlatılmış temiz haliydi...

....................

Allah korkusu olan her insanda, zenginlikle süslenen kallavi bir yürek vardır. Farz olduğu için abdest alınıp namaz kılınıyor, o emrettiği için oruç tutuluyor, saatlerce aç kalınıyordu açlığı daha iyi anlayabilmek için. Yaradan'a daha yakın olabilmek için ibadet edip, yardım istemek için el açıp dua ediliyordu ve İslam da buluyordu huzuru kimi insan.

Birde yapmak yerine yazmayı tercih edenler, hani şu arabaların arkasına, sağına soluna, birde olur olmaz yerlere ?Huzur İslam da? yazısını yapıştıranlar vardı. Sessiz bir filmin görüntüsünde konuşulanları anlamaya çalışanlar yani.

Huzur bazen Kuran-ı Kerimin keşfedilmemiş ayetlerinde ve okumaktan öteye gidilmemiş olan surelerin yaptırım gücündeydi...

Huzur bazen Allah'ın doksan dokuz ismini ezbere bilmek, kimseler görmese de yalnız Allah'a zikretmekti...

Huzur bazen de kıyamet günü ölmek, mahşer yerinde yeniden dirilmek ve sırat köprüsünden geçmek için sıraya girmekti...

Huzur çoğu kez dünyevi hayatla, uhrevi hayatı birbirine karıştırmadan yaşayıp gitmekti...

....................

Her insanın zor günleri, içinden çıkılmaz sorunları vardır ara sıra, kimi zaman bir ileri bir geri gider iskemle gibi, sendeler yani ve hayata karşı abandone olmuştur, batarya bitmek üzere ve şarj olamamaktadır yaşananlar karşısında. Tam bu anda en yakın bulduğumuz kimseler gelir aklımıza, onlar bir elin uzanıp da tutacağı mesafe kadar yakın ve ihtiyaç duyduğumuzda koşarak gelecek bir maratoncu gibi süratlidir. Anlatılması güç belki ama, onlar kanımıza renk veren alyuvar misali hayat vermektedir hepimize.

Hep anlatamadığımız hadiseler ve paylaşamadığımız duygular olmuştur. Dostlarımız bu anda bir fidan gibi dikilip, bir tomurcuk gibi filizlenmiştir içimizde. Her an yanımızda olabileceğini düşündüğümüz üçüncü bir yumruk gibidir onlar.
Sadece bir telefon yeterlidir onlara ulaşmak ve elemleri paylaşmak için.

Fakat her şey öyle tahmin ettiğimiz kadar kolay olmamaktadır. Bazen açılmayan telefonlar, meşgul bahanesiyle ton değiştiren zil sesleri, yada ağız ucuyla ve istemeyerek telaffuz edilen ?alo? sözleri. Ne acıdır zoraki olarak açılmış bir telefon ve kıytırıktan bir insan muamelesi görmek. Oysa ki hep içimizde saklamışsızdır onları, periyodik bakımlarını hiç aksatmamışızdır arıza vermesin diye ve en dar günlerde bir gün kullanabilmek için beklemişizdir. Ne kadar hazırlıklı olsak da dostların ihanetine, akan bir nehir gibi hiç kesilmemiştir dostluklara giden yolun önü.

Huzur bazen olmadığını bile bile yeni dostluklar edinmek ve yaşamadığını bilsek de eski dostlara, onlardan kalan anılara merhaba demek...

Huzur bazen de arabalı bir dosta muhtaç olmak yerine, kilometreleri yayan yürümekti...

Huzur kimi zamanda gülümseyen gözlerin, kan ağlayan perde arkasına sığınmaktı. Oluruna bırakarak tüm yaşananları, yeniden kucaklamaktı yaşadığımız filmin geri kalan kısmını...

....................

Öyle bir duygudur ki göz yaşları kimimiz anlamsız buluruz, kimimizde yalnız onda buluruz huzuru. İki damlada olsa akma zamanı gelince, kimse kapatamaz göz yaşlarımızın berrak suyunu. Doğumda sevinçten, ölümde acıdan, ayrılıkta hüzünden ve başarısızlıkta sinirden ağlamak, bir nebzede olsa rahatlamaktır hani.

Göz yaşı en çok kadına yakışmaktadır, erkek nede olsa erkektir, öyle olur olmaz yerde ağlayamamaktadır. Eğer ağlayacak gibi olursa da hemen başka taraflara bakarak yada konuyu değiştirerek ağlamamayı sağlamaktadır.

Trajik bir sinema filminde, kaybettiği çocuğunu yıllar sonra yeniden bulan bir anneye nasıl olurda ağlanmazdı. Kim ne kadar ?erkekler ağlamaz? zırvasını söylese de inanmayın siz. Gerçi kadın kadar sulu göz olmasalar, uluorta ağlamasalar da, ağlayacakları zamanı ve mekanı seçer, ona göre deşarj olurlar. Yalnız kaldıkları zaman, sevgiliden ayrılınca, biri ölünce, bir gece yarısı falan feşmekan...

Yani erkek olmak, o kadar da duygusuz olmayı gerektirmiyordu, sadece duygu sömürüsü yapmayı beceremiyor, yalandan sulayamıyorlardı insan yüreğinin ağaçlarını. Bazı erkeklerse olayın ne uzağından nede yakınından geçip de hiçbir belaya bulaşmıyorlardı.

En zor ve dar zamanların içinde yetişmiş Hızır'dır göz yaşları. Ağlamak için ne para ödenmekte nede başka birine ihtiyaç duyulmaktadır. Veresiyesi hiç olmamıştır göz yaşlarının, çünkü hayatı öğrenmeye başladığımızda peşin alınmıştır bedeli. Kimsenin göz yaşı kimseninkine değmemekte ve hiç kimsenin yaşantısı kimseyi ilgilendirmemektedir. Oysa yaşam paylaşmaktan, onu adam gibi yaşamaktan öte, ötesinde beklettiğimiz huzuru daha fazla yormamak için, esas duruşta selam vermekti.

Huzur bazen kim olduğunu bilmeden sarılıp birine, hüngür hüngür ağlamaktı...

Huzur bazen de ağır bir ezginin notalarında göz yaşı olmaktı...

Huzur kimi zaman geceyi beklemek, biriktirdiklerini yüreğinden gözlerine sevk edip, yenisini almak üzere artık boşaltmaktı tonlarca ağırlığındaki hislerini...

Huzur kimi zaman ise, tutsak bedenini azat etmek ve eskiye dönebilmenin rövanşını beklemekti...

....................

En yakın hissettiğimiz şey nedir diye sorulsa, eminim herkes çok farklı ve bir o kadarda muğlak cevap verirdi. Hepimize en yakın olan bir gerçek vardı ki oda ölümün soğuk ve ürkütücü yüzüydü.

Biz onu ne kadar uzak görüp, yanımıza geldiğinde ise çaktırmadan kış kışlasak da, inkar edilemeyen gerçekler karşısında umarsız bekleyişlere dönmekteydi ve yaşlandıkça o buruşuk karbon kağıdına dönmüş vücudumuzda bir bir yeniden kopya edilmekteydi.

Huzuru ölümde arayanlar yok değildi tabi ve çözemediği sorunlarını üleşmek yerine intihar etmeyi düşünenler... Yaşlı ve yorgun bedenlerini artık taşıyamayacak kadar bitap düşmüş, çektikleri acı karşısında ötenaziye sıcak bakıp, en çıkılmaz zamanlarda el açıp ölüme bile dua edenler. Hani şu eskiden delikanlı geçinip, birde hiç eskimeyecek sanıp güzelliğiyle övünenler.

Huzur kimi zaman kendi çizgisinde dalgalanan eğrinin herhangi bir noktasından hayatı teğet geçmek ve tüm ömrü silme çekmekti.

Huzur kimi zaman soğuk bir duşun ardından titremek, ama hala nefes alıp vermekti...

Huzur kimi zaman satranç oynarken mat olmamak için sonuna kadar direnmek ve yitik bir oyunda şahını piyonlarla gizlemekti...

Huzur bazen sayıyla yenilmeyi beklemektense hemen tuşa gelmek ve sert bir kroşeyle daha ilk rauntta nakavt olmayı bilmekti...

Huzur bazen de 180 km hızla giderken, öndeki arabanın tampon tozunu alıp, ardından sağ şeritten devam etmekti...

....................

Daha düne kadar küçücük çocuktun, bak şimdi nasıl büyümüş de kocaman adam olmuşsun kerata derler bazen? İşte o çocuk olmak hayali bir çok insanın büyüdükçe en nostaljik özlemidir. Çocukken kızların ?evcilik? oyunları vardır, buna mukabil erkeklerin ?komencilik? oyunu da tam delikanlıya hastır hani. Kızlar kiremit taşı kırıklarını üst üste koyar adına ?tombik? diyerek oynardı, erkeklerse belindeki kayışı saklayıp bulanın ise yakaladığını büyük bir hırsla vurarak kovalamasıyla, adına da ?kızdı kızdı? demesiyle hafif can yakardı. Kızlar çoğunlukla evde oturup ev işi ve el işi gibi uğraşlarla meşgul olurken, erkekler ?çelik-çomak?, ?misket?, ?gazoz kapağı? vesaire oyunlarla günün akışını sağlardı. Oyun çocuklukta en vazgeçilmez, hatta tartışılmaz bir keyifti...

Birde karışık oynanan oyunlar olurdu, mesela ?yakan top?, ?istop?, ?nesi var?, ?kulaktan kulağa?, ?körebe? ve ?saklambaç? gibi. Karışık oyunlarda biraz daha dikkatli olmak gerekiyordu. Bir tarafta kızlara rezil olmak istemeyen erkeğin tüm eforunu sarf etmesi, kızların ise erkekten üstün olma çabası, e birazcıkta göze girme ve beğenilme işlemleri işte. Çocukluk meşakkatli geçse de, ucunda çocuk olmak, her şeye rağmen huzurlu ve keyifli kalmak vardı.

Huzur bazen oyun içinde yaralanıp da, hiçbir şey olmamışçasına kalınan yerden devam etmekti...

Huzur bazen yerlerde çamurla sevişmek ve havadaki yağmurla flört etmekti...

Kimi zamanda büyüdüğünü hissedip, sadece gülümseyip geçmekti...

....................

Sünnetçiler ilk erkeklik marşının maestrosu ve erkek çocuklarının her daim korkulu rüyası olmuştur. Çocuklara büyüyünce ne olacaksın diye sorulur bazen, ama sünnetçi olacağım diyen çocuğa rast gelmek bulunamamıştır sanırım. Fakat farkında olmadan doktor olmak isterler. Bir bilseler sünnetçiliğin kamufle edilmiş bir tıp müessesesi olduğunu.

Sünnet olmak erkekliğe giden uzun yolda atılan ilk adım olmasından dolayı anne babalar açısından çok önemli ve heyecanlı olur. Bu gurur verici tablo mutluluk göz yaşlarıyla sona ererken, oğul kavramı biraz daha güçlenmiştir artık.

Huzur bazen sünnet esnasında duyulan korkunun sonradan unutulup, yıllar sonra erkeklik anılarında anlatılmak üzere açılmış, temiz sayfasından ibaretti...

Huzur bazen habersizce yaşanan oldubittilerden geriye kalan, bilmediklerimizin başka ağızlardaki katkılı anlatımındaydı...

Huzur kimi zamanda, alınan hediyelerin ardından yaramazlık yaparak sevincini belli etmenin, tipik hallerinde görülmekteydi...

....................

Şişmanların zayıflamak için harcadığı onca paralar, değerli zamanlar, harcanan enerjiler iş gücüne dönüşse eminim kaybedilenlerle yapılmak istenenler bir birine dolanacaktır. Hep fazla kilolarından şikayet eden insanlara, özelliklede kadınlara sık sık rastlarız. Aşırı şişmanların zayıflama isteklerini ve yaşadıkları sıkıntıları anlamak haliyle mümkün. Fakat 1, 2 kilo fazlam var diyen bayanları anlamak herhalde en zor matematik problemini çözmekten daha zordur.

Zayıf olup da kilo almak isteyenlerde oluyor ama bunların hiçbiri şişmanlamak için günde 10 öğün yemek yemezler, yada sadece kilo alınan cinsten yiyecekleri seçmezler. Ha zaten fukaranın 10 öğün yemek yeme ve kalorili beslenme gibi bir alternatifi hiç olmamıştır, olması da düzen açısından sakıncalı bir durum teşkil etmektedir.

Ayrıca birde kilolarıyla barışık olanlar vardır ki, ne yemekten çekerler ellerini, nede spor yapmak gibi zahmetli işlerle uğraşırlar. Onlar fazlalıklarıyla mutabakat içinde olsalar da, onların kilolarını dert eden insanların olması ve akılcı zekalarını hiçbir ücret talebinde bulunmadan onlara sunmaları da, son derece göz yaşartıcı olmaktadır hani.

Huzur bazen olduğun gibi olmanın ötesinde olamayacağını anlamak, şekil itibariyle kalmanın güzel yanlarını aramaktı...

Huzur bazen sıcacık bir ezogelin çorbasının suyuna bandırılmış yumruk büyüklüğünde bir ekmeğin, çiğnemeden lüp diye mideye indirilmesindeydi...

Huzur bazen de kırmızı biberi herkesten önce keşfetmek ve kara biber için sıranın kendine gelmesini beklemekti...

Huzur kimi zamanda cılız bedeniyle alay edilmesinden hoşlanan, kuru kemik iskeletorların neşeli olmalarında ve kaburgalarının sayısını ezbere bilen tek canlı olma özelliğini taşımalarındaydı...

....................

Hani o kenef sazlığı görünümündeki bıyıkların terlemesi ve göreninse dalga geçtiği 8?10 adet kıl parçasıyla başlıyordu her şey. Ergenlik devresinde başlayan değişimler çoğu kez heyecanla gözlenir ve çıplak gözle bakılırdı artık güneşe. Kimse çocuk gibi davranamaz ve çocuk mahkemelerinde yargılayamazdı bundan böyle. Yıllar yılı sabırsızlıkla beklenen, yeni oluşumun görüntüleriydi saklanmadan ortaya çıkarılan.

Günümüz kadınları eskisi kadar rağbet etmese de kıla ve tüye, sevenleriyle ve gönül verenleriyle yaşamaya devam etmekteydi yinede. Şekilli bir bıyıkla, birde çevirme sakal bazı erkeğin vazgeçilmezleri arasında halen bir numaraydı, köselerde bıraktığı derin yaralarsa, kapanması güç bir hal almaktaydı.

Kız tavlamak için bıyık burmak eskiden revaçta bir sanatmış, zamanı yakalayamayanlar için yerli aşk filmleri örnekleriyle günümüze ışık tutmaya hala devam etmekte. Geçerliliğini koruyor mu bilinmez ama, eski sanatkarlar birer birer yok olmakta ve bıyıkla sakal çeşitli versiyonlarıyla geçmişte olduğu gibi bu asrın içindede, kendisine oturacak bir tabure yine bulmakta. Gelecekte ne olur bilinmese de, hormonlar değişmediği sürece erkek yüzünün bir kısmını, varlığıyla karartmaya devam edecekti sakalla bıyık,.

Huzur bazen lise bitiminde bırakılan bıyıkla sakala gösterilen ilginin, kıskandıran haliydi...

Huzur bazen ?sakalımız yok ki sözümüz geçsin? mısrasında terk edilmiş, şakayla karışık duyulan bir özlemdi belki de...

Huzur çoğu kez çocuklukta büyümeyi beklemek, büyüdükçe de çocuk kalmayı özlemekti...

...................

Bekarlık sultanlık mı, yoksa rezillik mi göreceli bir kavram ama, üçüncü bir şıkkı da yok zaten. Günümüz boşanma davalarına, kavgalarına ve alabildiğine yıkılan yuvalara bakınca, evlenmekte zorlanan insanlara hak vermek gerekiyordu biraz. Tabiri caizse hani şu evde kalmış kronik bekarlara yani.

Aslında evliliğin gizlenmiş bir mutluluk olduğunu görmezlikten gelmekte olmazdı tabi. Peşinden koşanlar oldukça fazla olsa da, bunu yakalayabilenler emin adımlarla yürüyordu huzura. Çok basit ve yavan bir cümleydi daha evlenmeyi düşünmüyorum teraneleri.

Evlendikten sonra eski heyecanı bulamamak, sık rastlanan bir sorun ve son derece sakıncalı bir durumdu, yapılan en büyük yanlışsa çiftlerden birinin kendini hala nişanlı, yada çıkma aşamasında sanmasıydı. Oysa yaşananlar yada yaşanamayanlar zamanla alakalı bir durumdu. Bir insan eğer heyecan aramaya başlamışsa, o insan içindeki heyecanı çoktan kaybetmiş demektir. Biz onu canlı tutmayı becerebiliyorsak, heyecan ruhumuzda hep yaşamaktaydı zaten.

Evlilik yazılı akit olmaktan çıkmalıydı mutlaka, mesela beynimiz nikah memuru olmalı, gözlerimizle dudaklarımızsa şahit. İmza ise yüreğimizin tam üzerine atılmalıydı. Ha bu arada böylesi mutlu bir günde, diğer sakatatlar ise konuk olarak yerlerini almalıydı. Yalan olmamalı ve yaşananlar gerçeğe uygun yazılmalıydı.

Huzur bazen derinden söylenen ?canım? kelimesiyle sağlamlaştırılan yuvanın , depreme ne kadar dayanıklı olduğunu göstermesinde ve ibrenin yukarı doğru çıkmasını sağlamasındaydı...

Huzur bazen çok istediğin ve alamadığın bir objenin, evlilik yıldönümünde hediye kutusu paketiyle uzatılmasındaydı...

Bazen de bir ömür saklanmak üzere yanağa kondurulmuş, sıcacık bir busenin anlatılması güç tarifindeydi...

Huzur kimi zaman yıllar geçse de, geçmeyen sevdaların, eskimeyen heyecanların yarınlarına uzatılan söz verilmiş iyi ve kötü gün dostluklarındaydı...

....................

Barışla savaş kardeş gibiler sanki, bir yanımız barış diye bağırırken, diğer yanımız savaşmaya can atan bir tavır sergiler. Bir yandan iç savaşlar, diğer taraftan dış savaşlar, ne dur durak bilirler nede hız kesip yavaşlar. Savaşın olmadığı bir dünya görme şansımız olmayacak hiç, çünkü psikopat ruhlu insanlar hep olacak ve bunlar türemeye uygun adım devam edecekler.

Kabul edilemez bir gerçek varsa savaşın ne dini, ne dili, ne ırkı, ne mezhebi nede siyasi görüşü vardır. Asla, katiyen ve hiçbir şekilde kabullenilemez.

Kötü ve korkak insanlar hep savaşmayı yeğlerler ve kendilerini haklı çıkarmak içinde onlarca terane sıralarlar. Birde bunların kullandığı, oyuna sonradan alet edilen milisler vardır, yani şemanın basamaklarını oluşturan zavallı insanlar.

Sonuç her zaman ki gibi akan kanların, kokuşan cesetlerin ardından dökülen, haklı isyanın sebep olduğu masumane göz yaşlarından geriye bırakılan, kaygı ve anlamsız bakışlar olur.

Bazılarının hiçbir şekilde duymak dahi istemeyeceği bir çığlık, sanki dumanla birlikte kaybolur ve son olmayacağını bilsek de söylemekten, temenni etmekten ileri kımıldamayan dualarımızda son bulur. Ne bekliyoruz o halde haydi hep bir ağızdan;

- bitsin artık bu savaşlar n'olur !..

Huzur bazen kıtalararası bir yolculuktan dönerken, değişik bir yer görmenin ve farklı insanlarla tanışmanın, soranlara anlatılmak üzere akılda tutulan ezberindeydi...

Huzur bazen yeni doğan bir bebeğin farkında olmadan melekler tarafından alınıp, dünyanın çirkinliklerini görmeden uzaklaştırılmasındaydı...

Huzur bazen de silahların gölgesinde bile yaşarken, gündelik hayatı yaşamak için verilen zorlu mücadelenin can telaşındaydı...

Kimi zamanda asırlık çınarların anlatmaktan hiç usanmadıkları, her nesilden dinleyiciyi hala kendilerine çeken, savaş anılarının sıkmayla karışık, taze ve unutulmayan yanlarındaydı...
....................

Kötü alışkanlıkları olan bazı insanlar vardı birde, bunların hepsi tabi ki kötü insanlar değillerdi, ama en kötürüm işlerle uğraşırlar, başka bir değişle abesle iştigal ederlerdi. Kötü alışkanlıkların en aşina olanı ise alkol ve sigaraydı. Gerçi insanlar sigaraya eskisi kadar tepki vermiyor, hatta birkaç duble içkiye de sıcak bakıyordu. Çünkü sigara tiryakisi ve alkol bağımlısı bir toplum olma yolunda emin adımlarla ilerliyor, hatta tozu dumana katıyorduk.

Alkol tüketiminde bile zengin fakir ayırımı hemen göze çarpmaktaydı. Zenginler özel davetlerde yada kokteyllerde birkaç kadeh viski atarlar, bunun adı sosyete çıkarması olur. Oysa fakirin nadiren aldığı ve akşamına keyif katmak için yudumladığı bir şişe bira onun toplumda alkolik olarak çağrılmasına sebep olmaktaydı. Aşırı alkol bağımlısı olanlarsa hiçbir kategoriye girmiyordu zaten.

Alkol bağımlısı olmanın ne bir kişisel özelliği nede özel bir vasfı gerekiyordu. Ama yinede dayanıklı olmak şarttı tabi, yoksa bir şişeyle zum olup kendinden geçmek, e bu camiada delikanlıyı bozmaktaydı biraz.

Şişede durduğu gibi durmuyor sözünü boşuna söylememişler. Bir yuvanın yıkılmasına sebep olan, bazen aile facialarına yol açan, kardeşi kardeşe düşüren, babayı evlada kıydıran, yani her türden ve her cinsten kötülüğe davetiye çıkaran alkol elbette tasvip edilemezdi. Ama biçare bakışlarla seyredilmekte ve izlenilmekteydi hem de kaldığı yerden.

Sigara kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk demeden zehirlemekte ve maddi manevi yaralar içinde gezdirmekteydi bizleri. Önceleri gizler yada herkes bilmesin diye taşımaya utanılırdı, şimdi herkes görsün dercesine adeta caka yapmaktaydık. Kendimizi kandırdığımız kalıpları öne sürerdik hemen, mesela erkek dediğin sigarayı bilmeli, hatta arada sırada içmeliydi.

Aklımıza hemen çok eskiden uygulanan kız isteme taktikleri gelmekteydi. Erkek tarafının en yaşlı olanı başlardı söze; oğlumuzun sigarası, içkisi, kumarı, gece hayatı ve hiçbir kötü alışkanlığı yok derdi. Şimdi bu sınıfa giren delikanlılar evlerinde analarıyla oturmakta, yani evlenmekte bayağı bir zorlanmaktaydı.

Huzur bazen bir gece yarısında tüm sıkıntıları unutmak için alınan alkolün, o çakırkeyif sohbetlerindeydi...

Huzur bazen sigarası olduğu halde, başka bir dostun uzattığı sigaraya uzanan bir elin ve beleş sigara içmenin verdiği keyifteydi...

Huzur bazen de kim ne derse desin halen alkolden ve sigaradan uzak kalıp, hiçbir kalıba sığmamanın verdiği mutluluktaydı...

Kimi zamanda hiçbir şey söylemeden küsmekti hayata ve içine atmaktı söyleyemediği sözleri, kim bilir belki de yarım bırakmaktı tüm olanları ve tüm her şeyi...

....................

Yaş yirmi dedi mi kamuflaj bir elbisenin içerisinde selam durulur hemen ve adres bellidir o saatten itibaren. Kimse tutamaz yolları, artık vatan adlı en kutsal görevi ifa etme zamanı gelmiştir. Yani tam 18 ay sonra tüm erkekler gibi, askerlik anılarını anlatmak için beklenen, o meşhur yirmi yaş gelmiştir ve kimseye sorulmadan askere alınmıştır mahallenin, köyün, kasabanın, şehrin tüm delikanlıları. Bundan böyle kimse diyemeyecektir artık ?askerliğini yap da öyle gel? diye.

Asker ocağıydı bu, ana kucağı gibi olmuyordu sonuçta, bir ananın yüreği ise buna hiç dayanmıyordu. Hele o asker savuşturma zamanları yok mu, gururla göğsü kabaran ebeveynlerin mutluluğunu anlatamazdı hiçbir kitap, ama ne var ki yinede gizleyemezlerdi gözlerindeki yaşların gülümseyen hıçkırığını. Hani kolayda değildi tam yirmi sene saksıda bir çiçek gibi büyütüp de, bir kuş misali kanatlarına gurbet taşı bağlayarak uğurlamak. Unutmamak gerekir ki bir hakikat da söyle der ; her sağlıklı genç erkek çocuğu, şayet mazereti yoksa yirmi yaşında askerdir.

Ne büyük mutluluktur sağlıklı bir evlat yetiştirmiş olmak.

Yıllardır değişmeyen bir gelenek gibidir askerlik öncesi gecelerde ve terminallerde söylenen ?En Büyük Asker Bizim Asker? sloganı. Hiçbir Allah'ın kulu bir kelimesini dahi değiştirmeden yıllarca hep söylemiş. Değişiklik yapma ve farklı gibi bir işe kalkışmamışlar. Mesela ?En Baba Asker Bizim Asker? dersek askerlik öncesi kutlamalara ters mi düşeriz. Yada daha enteresan bir şey söylemiş olsak.

? O Şimdi Asker? söylemi yıllarca arabalar başta olmak üzere, birçok mekanda işlenmiş bir konudur, ama hep bu şekilde kalmamıştır. En azından bir sınıfa dahil edilmiş ?O Şimdi Komanda? denmiştir. Askerlik duygularının sömürüldüğü bir ülke daha var mı, yoksa yalnızca ülkemize münhasır bir anlayış mı bilemiyoruz.

Huzur bazen sağlıklı olup da vatana asker olmanın, asker olup da yemin etmenin, peşin sıra 18 ayı bitirip de eve dönmenin, ardında bıraktığı acı tatlı günlerin anaya, babaya, sevgiliye sarılınca unutulan heyecanındaydı...

Huzur bazen acemi birliğini bitirip usta asker olmanın, yada onbaşılıktan çavuşluğa terfi etmenin havasındaydı...

Huzur bazen de ?şafak doğan güneş? diye atılan naranın ve kepi havaya fırlatılan son gecenin olmayan sabahındaydı...

Huzur kimi zaman Esmeray'ın ?gel teskere gel? türküsünde, kimi zaman koğuş kalk komutunun olmadığı günlerin hayalinde, kimi zamanda içtima sonrasında istirahat düdüğüne kadar olan, o kısacık sürenin muhabbetindeydi...

Belki de bazen askerde açılan her telefon sonrasında anaların duyduğu rahatlamanın ve özlem gidermenin azda olsa sevincindeydi...

....................

Aklın yolu hep birse, deliliğin yolu kaçtır acaba. Akıllı kalıp da bir yoldan gitmek yerine, deli olup her yolu kullanmak geçiyor insanın içinden. Mesela hep aynı yolu kullanıp da monoton yaşamaktansa, her yolu ayrı bir delilik olan karmaşayı tercih edesi geliyor insanın bazen.

Birinde garipsenecek bir hareket görürsek şayet, ?delimi ne? deyip irkiliriz aniden. Demek ki delilik çok garip bir şey.

Çok gülmeye başlarsa insan ?deli gibi gülüp durma öyle? demez miyiz? Çok gülmek midir delilik o zaman.

Sevdiğinden başkasını gözü görmeyen mecnuna arkasından ?aşkından deli divane oldu? demek yerli yerincedir. Öyleyse çok ama çok sevmek midir delilik.

Aşırı ısrarcı olup birazda yüzsüzlük yaparsa biri ?delinin zoruna bak? demek gerek değil mi?

Deliler neden kafayı yerler, yada kafayı yiyenler hep deli midirler? Bu enteresan soru takılırsa bir gün bir tarafınıza, takmayın hiç kafanıza. Çünkü çok takanlar şu an akıldan yoksun geziyorlar hep aramızda.

Huzur bazen herkesin akıllı zannettiği delilerden olup, her şeyi deliliğe vurup da öyle yaşamaktı...

Huzur bazen yaşanan onca umutsuzluğun içinden sıyrılıp, bir sıyrık bile almadan hala yaşıyor olmaktı...

Huzur bazen de tımarhanedeki akıldaşlarımıza inat, dışarıda olmanın keyfini çıkarmaktı...

Kimi zamanda dünyayı yeniden keşfetmek ve bu muazzam buluşun tadına varmaktı işte...

....................

Birde aldatma hadisesi vardır, hiçbir zaman anlayamadığımız ve de asla anlayamayacağımız. Erkek neden aldatır sorusuyla karşılaşmamış olmak olanaksızdır. Niye bu kadar tartışıldığı da ayrı bir merak konusu tabi .

Yanlış yada doğru erkekler hem puan, hem de averaj üstünlüğü ile sahaya çıkmaktalar. Ara sıra deplasmana gitseler de, kendi evinde oynuyormuş gibi saha ve seyirci avantajını lehlerine çevirmeyi bilirler. Ama şu soru çoğu zaman hep es geçilmiş, hatta aklın ucundan bile geçmemiştir.

Erkek kiminle aldatıyordu?

Cevap veriyorum : - başka bir bayanla.

- Doğru cevap!

Peki öyleyse kadının burada ne vazife gördüğünü anlayamamak takılmıyor muydu beynimize. Yani erkek başrol oynuyor da , kadın figüranlık mı yapıyordu? Yada biri dalında uzman, diğeri de yeni başlayan bir pratisyen miydi?
Erkek neden aldatır sorusu, soru olmaktan öte, adeta bir komedinin yan ürünü gibiydi sanki.

Kadında bal gibi aldatmış olmuyor muydu?

- Tabi ki evet !

O zaman suçlu aramak, her şeyi erkeğe yıkmak yerine, sorulan soru yenilenmeli ve televizyon kanallarından sık aralıklarla alt yazı geçilmeliydi. Bugüne kadar kullanılan eskisi içinde, acilen özür dilenmeliydi.

Sorunun doğrusu ise şu şekilde olmalıydı.
İnsanlar neden aldatmaya meyillidirler?
Neden bazıları aldatma ve aldatılma duygusu yaşarlar?
Aldatmaya iten nedenler ve buna sebep olan faktörler nelerdi?
Vesaire vesaire...

Daha açığı aldatma olayında ne yaş farkı, ne evlilik unsuru, ne güzellik durumu, nede parasal sıkıntılar etken teşkil etmiyordu.

Ortada bir suç varsa bu ortak bir suç, suçlu ise hepimizdik.

Huzur bazen aldatıldığını bile bile, yaptığı andavallı numarasıyla kurtarılmaya çalışılan bir yuvanın yeniden yapılanma çalışmasındaydı...

Huzur bazen evli olduğun halde, bir gece vakti hiç unutamadığın birini düşünerek, yapılan duygusal ihanetin akılda kalan hatıralarındaydı...

Huzur bazen de her şeye rağmen karşılıklı verilen güvenin, kırılmayan ve yıkılmayan temelindeydi...

....................

Akşam gün batımıyla yavaş yavaş kararan havanın karanlığına gömülür gün boyu yaşananlar. Karanlık ne denli ürkütücü gözükse de gözümüze, kimileri karanlığa söyler hiç söyleyemediği isyanını. Gündüz görme özürlü olunan ve görülemeyen bazı duygular, sanki karanlığın tam orta yerinden doğar ve çekilir ucundan ucundan şafağın sökme vaktine kadar.

Hiç tanımadığımız insanlar karanlıkta maskeleriyle çıkar meydana, üç beş insandan başka kimsenin olmadığı karartılmış dünyalar çizilir resimlerin bir köşesine. Güneş aydınlığa doğuyorsa da, kötülükler karanlığa doğmaktaydı aykırı bir meşgaleyle.

Huzur bazen zifiri karanlık bir geceyi, boyundan küçük bir el feneriyle ışıtmaktı...

Huzur bazen karanlığa söylenen asi sözlerin, aniden aydınlanan görüntüsüyle sessizliğe bürünmesindeydi...

Kim bilir hafifleyen bir bedeni en sıcaktan en soğuk yamaca çevirmek ve bir kasılmayla nihayet bulmasındaydı...

Huzur bazen de zaman çemberini daraltıp çoğunluğa uymak ve karanlığı sevenleriyle baş başa bırakıp uyuyup kalmaktı...

....................

Kadınla erkeğin eşit olup olmadığı konusu her açıldığında polemiklere neden olmaktadır. Bir yanda erkekliğe toz kondurmayan maçolar, diğer tarafta erkeğin yakasına bir kene gibi yapışan kadın savunucuları feministler. Bunlara mukabil ortayı bulmaya çalışan ve kadına yumuşayan erkekle, erkeğine söz söyletmeyen kadın tipleri. İşte böylesi bir keşmekeş içinde doğru kavramı da kendi kendine iflas etmiyor muydu zaten.

Allah tarafından yeryüzünde aklı başında ve her şekliyle dizayn edilmiş iki çeşit cinsiyet var edilmiş. Biri kadın biri erkek, ha bunların dışında faaliyet gösteren cinsler ise sonradan konuşlandırılmış baraka yapı gibi, arada derede günahkarca inşa edilmekte işte.

Kadınların ve erkeklerin anatomileri, duygusal düşünceleri, güçleri, görevleri, yaşama şekilleri, ne yapacakları ve ne yapmayacakları ayrı ayrı biçimlendirilmiş. Aynı olan şey ise bir çatı altında birlikte yaşama düzeni. Kadın kadınlığını bilecek, erkekte erkeliğini yani.

Feministlik yapan kadınları borsaya soksak eminim anında dip yapacaklardır. Sadece kendi egolarını tatmin etmek için ve ortalığı karıştırmak için savundukları, belki çoğunun kendisinin bile algılayamadığı bu öğreti, aslında çaresizliğin bir neticesi.

Mesela inşaat işçiliği yapan bir bayan gördünüz mü? Çıksa kaç tane çıkar? Demek ki erkekler kadınlardan daha güçlü.

Neden belediye otobüslerinde ve dolmuşlarda kadınlara yer verilir, hatta bazen kendinden küçük bayanlara yer veren koca adamlara rast gelmekteyiz. Öyle enteresandır ki ayakta zor duran yaşlı bir adamla, orta yaşlı bir bayan yan yanalar, yer gene kadına verilmekte maalesef. Çünkü kadın narindir, kırılgandır, dayanıksızdır.

Peki gece geç saatlerde tek başına gezen bir bayana rastlamak mümkün mü? Hadi gezdiğini farz edelim, sonrasını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok sanırım. Gösteriyor ki erkek gerektiğinde 24 saate hakim olabiliyor.

Yalnız başına yaşayan bir çok kadının uğradığı taciz had safhada, erkek için ise yalnızlık fazlasıyla memnuniyet verici bir durum. Yani dul bir kadın olmak öylesine zor ne yazık ki.

Boşanma davalarında kadına tanınan toleransa bakarsak, erkeklerin ayrıcalığı otomatikman ve el değmeden güncellenmiş olmuyor mu?

Reislik sorununa gelince, bir kişiden fazla olan her yerde bir lider çıkar, olması da doğal. Eğer öyle olmasaydı ordu ve emniyet teşkilatının düzeni nasıl sağlanırdı. Evet evin reisi erkek de, bu reislik meselesi kadını örseleyen bir durum olmamalı, onlarda fikir beyan edebilmeli, hatta çok iyi bildiği bir konuda erkeğini bile bilgilendirebilmeli. Yani karşılıklı anlayış, özveri ve fedakarlık olmalı.

Zeka ve yönetim konusuna gelince, erkekten zekalı kadın olamaz mı, hem de alasıyla. Şu gerçeği bir görebilsek sanırım yeterli olacak, kadın dünyaya gelen belki de en münhasır varlık değil mi? Çünkü analık gibi kutsal bir değere sahipler. Ama bu değeri kendileri elde etmekle, kendileri yok etmek arasında sıkıştırmaktalar. Kendilerini feminizm denen felsefeyle yormak yerine kadın olmayı ve kadınlıklarını yapmayı deneseler, tahmin edilenin üzerinde başarılı olacaklardır eminim.

Maço kılıklı ve sadist ruhlu erkekler için söylenecek pek söz yok, onlar kadınları ifrit eden manyak ruhlu tipler.

Alakasız bir hadise ama kadınlar yaşlandıkça çirkinleşiyor, erkekse yaşlandıkça daha karizmatik bir hal alıyormuş, söyleyenlerin yalancıyız sadece. Her istisna kendi içinde ayrı bir yer teşkil etmekte, yani dün olduğu gibi, bugünde istisnalar halen kaideyi bozmamaktaydı.

Huzur bazen eşit olup mutsuz olmaktansa, altta kalıp mutlu yaşamaktı...bazen de başkalarının aklına uymak yerine, kendi huyunu anlamaya çalışmaktı...

Huzur bazen bir erkeğin eşine verdiği önemin eşitlikten de öte bir şey olduğunu ve kadını için her fedakarlığı yapmaya hazır olduğunu gösteren hazır kıta bekleyişindeydi...

Huzur bazen de tüm maço, feminist, sadist ve mazoşistlere inat, mutlu bir şekilde yaşamayı bilmekti...

Huzur kimi zaman eşitliği aramaktan ziyade, erkeğini yüceltmekti...

Huzur belki de eşitliğe razı olmak yerine, galibiyeti kadınına hediye etmek, ona duyulan sevgiden başka her şeyin yalan olduğunu açık seçik göstermekti işte...

....................

Her hayvan için çok farklı şey düşünürüz. Bunların içinde öyle biri var ki, çocukluğumuza soğuk mühür gibi damgasını vuran ve büyüdükçe tebessüm etmekten kendimizi alamadığımız leylekler. Bu leyleklerin konumu bir başka tabi, hikayeleri ise ayrıcalıklı.

Annemize ve babamıza ben nasıl dünyaya geldim diye sorarken, işin içinde başka bir canlının olabileceğini aklımızın kenarından bile geçirmemiştik. Oysa bizleri getirenin bir leylek olduğunu, çocuksu dünyamızda nasılda canlandırmış ve şekillendirmiştik. Bu konuyla alakalı acayip saçma sorulara maruz bırakmışızdır çoğu kez anne ve babamızı. Onlarsa bir köşeye sıkışmış çaresizlik misali sorulardan kurtulmanın bir yolunu aramışlardı, anlamsızlıklara takılan sahte kulp gibi.

Mesela Ankara'nın Ulus semtinde bulunan Julianus Sütununa çoğu kez daha anlamlı bakmışızdır. Öyle ya şu an tepesinde daha kaç tane çocuk bizim gibi sahibini bekliyordu. Oralardan o kadar geçmemize rağmen hiç çocuk alınırken dek gelememenin ve o anı görememenin ayrı bir merakı hep içimizde kalmıştır.

Leyleklerin oraya getirdiği çocukları almakta o kadar kolay değildi hani, sütun uzun ve tek parçaydı. Ama itfaiyenin anne ve babalara bu konuda yardımcı olduğunu da duyduktan sonra, biraz daha rahatlamıştık derin bir oh çekerek.

Bu leyleklerin işimiydi, yoksa bizi bulanın mı bilinmez ama, maden dünyaya geliyorduk neden zenginler almıyordu bizi, yada niye onların bulunduğu bölgeye bırakılmıyorduk, birileri torpil mi yapıyordu yoksa. Fakir ailede büyüyenlerin kafasında önce soru işareti, ardından ünlem, daha sonra üç nokta ve son olarak da tek noktayla son bulmuştur bu derin hadise. Tüh be ne kadar da bahtsızdık dememek çocukluğa gölge düşürmez miydi?

Huzur bazen çocukluğumuzda leylekler hakkındaki düşüncelerimizin hiç paylaşılmamış en garip yanlarındaydı...

Huzur bazen şimdilerde kimsenin inanmadığı ve belki de artık kimsenin sormadığı, o çocuksu günlerde yaşadığımız leylek masallarını yeniden dinlemenin özlemle duyulan saflığındaydı...

Bazen de bir anne yada babanın zaviyesinden bakıp, söylenen her yalan sonrasında kurtulmanın gülümseyen bakışlarındaydı...

Küçükken nereden bilebilirdik büyüyünce leyleklerle ilgili sorular sormayacağımızı artık...Öyle değil mi?

....................

Bütün insanların kutlama gibi bir şansa sahip olduğu, belki de tek gündür doğum günleri. Kutlar yada kutlamaz o kişilerin kendi tercihiydi, birde maddi durum eklenince uzayıp gitmekteydi mesele ve açık yaralar daha da açılmaktaydı. Ama en azından ağızla da olsa bir kutlama yapılabilirdi, şu zamanda kişiler kendi doğum gününü bile hatırlamakta zorlansa da, yinede birileri tarafından unutulmamış olmak haliyle haz vermekteydi.

Sevgilisiz kutlanan doğum günleri o kadar da manidar olmuyordu. Çünkü kimse bir sevgilinin verdiği kadar değer vermiyor ve kimse onun kadar içten öpmüyordu. Yada bir telefonun vericisinden, bir başka telefonun alıcısına buğulu bir tonla ?seni seviyorum aşkım, doğum günün kutlu olsun? demiyordu. Sevgililer sanki bu günler için bulunmuş altından bile değerli özel bir maden gibiydiler. Olmasalar bir dert, olsalar bin dertti.

Evli eşlerin evlilik yıldönümlerini ve birbirlerinin doğum günlerini unutmaları affedilir cinsten bir şey değildi. Özelliklede erkeklerin unutmuş olması ortamı bayağı bir havasız hale getirmekteydi. Erkeğin aklın sınırlarını zorlayacak şekilde suçlu ilan edilmesi ve idamla yargılanmak üzere kodese konmasıyla da son bulmaktaydı. Kadınların bu özel günlere yaklaşımı takdire şayan bir incelik olmakla beraber, bazı erkeklerin maganda davranışı da bu zarafete leke bulaştırmaktaydı.

Birde hediye takdimi sırasında kullanılan bir mısra var ki adeta evlere şenlik. ?hayatım sana layık değil ama? derken ne demek istediğimizi anlatamamanın ve bu banal yaklaşımın içinde yer almanın hiç düşünülmemiş hataları. Maden layık değilse o zaman ne diye alınmıştır o hediye. Hediyeyi alan kişide tevazu gösterecek ya, oda ?olsun hayatım düşünmüş olman bile yeter ? diyerek hatalar zincirine yenisini ekler.
Hadi gelin hep beraber düzeltelim bu yanlışı ;

- hayatım sana daha iyileri layık ama...

Doğum günlerinin vazgeçilmezi yaş pastalar ve onun üzerine saplanıp üfürülmeyi bekleyen mumlar nostaljik bir film gibidir. Birde ?iyi ki doğdun? teranesi hiç değişmemiştir. Aslında bütün şahıslar için bu cümlenin kullanılması biraz saçma olmuyor muydu? Sanki doğmamış olsa biz onsuz ne yapardık gibi bir ibare çıkıyor karşımıza, biraz fazlasıyla mübalağa etmiyor muyduk? Hatta dalkavukluğun daniskası dersek doğruyu söylediğimiz için acaba alkış alır mıydık? Kendimiz bile anlamakta güçlük çeksek de, sonuçta atalarımız böyle söylemiş, bize de uymak düşüyordu...o kadar.

Huzur bazen doğum gününde gösterilen ilgiden duyulan mutluluk ve unutulmamanın unutulmayan hallerindeydi...

Huzur bazen şaşalı bir parti vererek, bu özel günü farklı bir kalıba sokmak ve unutulmasın diye fotoğraf kareleriyle süslemekti...

Huzur bazen de kimseler hatırlamasa da, o günün kendi doğum günü olduğunu bilip, tek kişilik dünyanın boşluğunda kurulan hayal dolu senaryoda kaybolmaktı...

Huzur kimi zaman ihtiyarladığını gizlemek için doğum tarihini söylememek ve genç kalmanın sırlarını aramaktı...

Kimi zamanda çok yaşlı olmasına rağmen, birilerinin ne kadar genç gösterdiğini söylemelerini beklemekti...

....................

Cinayet, gasp, hırsızlık, iğfal, siyasi vesaire gibi suçlardan dolayı, dört duvar arasına sıkışan bir kısım insanların olduğu ve cezalarını çekmek üzere harflendirilmiş cezaevlerine girdikleri bilinmekte. Bir toplumun eksik olan yanlarını iyi kullanan ve bunu felaketlerle süsleyip bugünlere getirenler elbette veballerinden kurtulamayacaklardı.

Suçlu ve suçsuzu birbirine karışmış bir ülkede neyin ne olduğunu ve nereden geldiğini anlamakta oldukça zor gibiydi. Bazen suçsuz yere hayatların karardığı bir dünya, bazen de suçlu olduğu halde elini kolunu sallayarak, hem de yenisine yelken açarak fink atan düzen cambazı insanların arasında olmak. Yada balığın baştan koktuğu yerde oluşan kokuşmuşluk. Başın götürdüğü yere giden ayaklar suçsuz olabilir miydi?

İşte bu çok bilinmeyenli denklemin sürüklediği hayatlar, ardında bıraktığı gözü yaşlı ebeveynler, kadınlar, çocuklar yani her şeyden bihaber insanlar. Peki onların günahı neydi, onlar hak etmiş miydi böylesi bir yaşamı. Kendi ellerimizle hak ettiğimiz kaderimize isyan etmekte, başlı başına haksızlık olmuyor muydu?

Huzur bazen yaşananlara inat, hapishane koridorlarında umarsızca atılan voltanın, yarınlarında doğacak bir beklentiydi...

Huzur bazen dışarıda yaşananları görmezlikten gelip, hayatın en güzel baharlarına söylenen yanık bir türküydü...

Huzur bazen de ziyaret günlerinde gardiyanın okuduğu isimle çılgına dönen bir babanın, bir evladın, bir ananın kısacası bir insanın yüzündeki satın alınamayacak gülümsemeydi...

Huzur kimi zaman cezaevinden çıktıktan sonra dışarıda olmanın, belki de yeniden doğmanın mütemadi neşesindeydi...

....................

Herkesin paraya olan yaklaşımı ve parayla ilgili yapacakları farklı bir yönde yol almaktaydı. Bu kağıt parçası, yaşanılan süre içinde adeta her şeyimize yön vermekte, yapılanların arkasındaki açık ve en kuvvetli güç olarak durmaktaydı. Bunu da en iyi bilecek insanların başında tabi ki parasızlıktan mustarip, yoksulluk çekenler anlamaktaydı. Kimilerinin gecede harcadığı parayla, acaba kaç yoksul insan yaşadığı bu sefil ve tarumar olmuş hayattan, adam gibi yaşamanın zeminini hazırlayabilirdi.

Genellikle yoksul insanların kullandığı, hatta söylemekten diline doladığı ?tok açın halinden anlamaz? sözü, yine yoksul mahallenin sokaklarında çınlamakta, yine açlık sirenleri birbiri ardına çalmaktaydı. Yani yoksulu duyacak kellifelli birine ve kucak açacak zengine rastlamak, bir zamanlar balık olduğu söylenen asılsız gölete olta atmaya benzemekteydi. Hiçbir variyetli insanda buna mukabil, tok açın halinden anlar dememişti. Hele birde varlık babadan yada dededen kalmışsa, yani zadegan bir evin çocuğu ve de paranın veliahdıysa, onların gözünde yoksul insanlar zararlı bir böcek olmaktan ileriye gitmemekteydi. Tekerrür etmekte yarar var diye düşünüyor ve tekrarlıyorum. Her istisna kendi içinde ayrı bir yer teşkil etmekte, yani dün olduğu gibi bugünde, istisnalar halen kaideyi bozmamaya gayret göstermekteydi.

?Parasızlığın gözü kör olsun? dedirten bir çok sebep olmalıydı. Gerçi kör olsa ne değişecek, topal kalsa ne anlam ifade edecek, yoksulluk yine yoksulluk olarak sürüp gidecekti.

Bu konuyla alakalı şu vecizesinde bakın sevgili Osman TÜRKMEN ne diyor :

?Para her şey demek değil, ama parasızlık hiçbir şey?

Huzur bazen zenginlerin parasını konuşarak, sanki ortakmışız gibi hesabını yapmak ve ?zenginin malı, züğürdün çenesini yorar? sözünü de hemen ardına ekleyerek, tamamına erdirmekti...

Huzur bazen bir ömür boyu süren zengin olma hayallerine ve onun renkli dünyasına sığdırılan, arabaların, evlerin, paraların yani alabildiğine istediğin gibi yaşayabilmenin, her gece kurulan değişik öykülerinde olmalıydı...

Huzur bazen de hiç olmayacağını bildiğin Ferrari marka bir arabaya duyulan tutku ve onun üstüne yerleştirilmiş sınırsız hayallerin serbestliğinde dolaşmaktaydı...

Huzur ummadığımız anda gözbebeğimize yansıyacaktı belki de, bulanık bir gecede parlayan ay misali...

....................

Bazen cami avlusunda, bazen kalabalıkların içinde, bazen de en merkezi yerlerde, çarşılarda ve alışveriş mekanlarında rastladığımız birileri vardı ki, onların diğerlerinden tek farkı haksız ve emeksiz kazanç elde ediyor olmalarıydı. Ne vergileri vardı, ne giderleri, nede ihtiyaç duydukları demirbaşları. Sermayesiz bir işti yaptıkları ve onlara göre hiç yoktu ayıpları, hulasaten dilenciler yani. (haksız kazanç elde eden tek aklıselim canlılar dilenciler değildi bu arada tabi).

Tabi ki kimse bunların evine gidip yardım etmiyordu, dilencilerde yaz kış demeden bir o yana, bir bu yana koşturuyorlardı. Hele birde akşama kadar ?Allah rızası için?, ?Allah razı olsun?, ?Allah ne muradın varsa versin?, ?Allah çoluğuna çocuğuna bağışlasın?, ?Allah evlat acısı göstermesin? gibisinden onlarca terane sıralayıp, yufka yürekli ve yardımsever insanların önce gönlünü kazanarak, ardından da parasına nail olmaya çalışmalarını takdir etmemek alçakça olurdu. Bunların hemen hepsine yakını demagoji yapıyor ve saf insanların kazancına ortak oluyorlardı. Hatta bazıları zenginim diyen zenginden daha varlıklıydı, ama işte bu şekilde.

Birde Allah'ın adını kullanarak dini sömürmeleri yok mu? gerçi tek amaçları para kazanmak olan bu insanların, yaptıklarının farkında olduklarını bile düşünmek, zaten doğru olmazdı. Bunların duaları kabul olsaydı, başkaları için değil, önce kendileri için dua ederlerdi. Eeee doğru söze ne hacet.

Huzur bazen bir dilenciye üzülerek verilen paranın ardından, almış olduğu hayır dualarından duyduğu hoşnutluktaydı...

Huzur bazen onlarca dilenen insanın içinden biri olmadığı için dua edip, haline şükretmekteydi...

Huzur bazen de bir dilencinin üç kuruş için kovaladığı kişinin, parasından pay sahibi olmanın çabalayan inadındaydı...

Huzur çoğu kez bir ekmeğin sıcak kokusunda ve yaşamın çıkılması güç yokuşuna tırmanılmasındaydı...

....................

Birde bayramlarımız vardı bizim. Bayramlara kazınan dostluklar, bayram ziyaretleri, alışılagelmiş ikramlar ve bayramlıkta olsa gülümseyen yüzler. Çocukların evleri gezerek yaptıkları çikolata ve şeker operasyonu, belki de yalnız bize has bir özellik olmalıydı. Gezmek, sinemaya gitmek, bir araya toplanmak için en iyi zamanlama ve en iyi fırsattı tüm bunlar.

Maziden bahsederken hep ?aaaahh o eski günler ah? denir, kötü günler bile hep en iyi şekilde yad edilirdi. Bayramlarda da aynı tutum sergilenir ?nerde o eski bayramlar? mutlaka denirdi. Birçok şeyi yapmak elimizde olmasına rağmen, ancak boş konuşarak ve trajedi yaratarak kendimizi avutmaya çalışmamız pek hoş olmuyordu. Hele birde yaş kemale erdiyse ve ihtiyar sınıfı arasında yer alıyorsanız, mazi katiyen unutulmazdı.

Yaşantımızın her karesinde, geçmişe duyulan özlem yansımaktaydı içimize. Fırtınanın koptuğu yerde çakan şimşeklerden düşen yıldırımlar yakardı, yüreğimizdeki en taze düşlerimizi. O günleri hatırlamakta herhangi bir beis teşkil etmemekteydi sanırım.

Bayramdan bir gün önce alınan elbiseler, giyilmek için bayram sabahını nasılda beklerdi. Olmayan sabahlara isyan edilir, bazen bayramlıklarla yatılır ve tadı geceden çıkarılırdı hani. Sabah olup da filinta gibi sokağa çıkıldı mı, hava daha bir güneşli olurdu o anda, hele birde çok güzel yakışmış dedi mi birileri, bitmiştir o anda her şey ve sanki tüm gezegenler, süzmek üzere sıraya girmiştir peş peşe. Sevincinize ellemeyin hiç, o keyfinden zaten olmuştur pür neşe.

Bayramlarda çocuk olmak bambaşkaydı tabi. Ya birde baba olmak, anne olmak. Yani bir şekilde büyüyüp hayata karışmak o kadar da kolay değildi. Yıllardır aynı pantolon, aynı gömlekle, belki de yırtık ayakkabı ve yıpranmış yüreklerle karşılamak vardı bayramları. Ama her şeye rağmen çocuklar sevindirilmekte, gülen gözlerine yaş bulaştırılmamaktaydı.

Bayramları diğer günlerden farklı olmayan insanların yakınında olmak tenimizi acıtmakta ve bedenimizi parçalamaktaydı. Görünmez değillerdi belki ama, görülmemeleri son derece hayretle izlenmekteydi. Onların sıradan bayramlarını renklendiren tek şeyin, her zamandan daha farklı bakılan giyimli insanların, her zamandan daha çok harcadıkları paralarıydı. Evet onlar öksüz, onlar yetimlerdi, belki de bir babaya, bir anneye dünyayı iterlerdi. Olsaydı pamuk gibi bir anneleri ve koca bıyıklı babaları, kim bilir ellerini nasıl öperlerdi...Kim bilir.

Huzur bazen arife günü alınıp, bayram sabahı giyilen elbiselerin ardında gizlenen ikinci bir yüz ve yepyeni bir sima olmaktı...

Huzur bazen yalnız bayram sabahlarında hatırlanan mutluluğun, bir sonraki bayram gününe kadar ortalıkta dolaşmadan heyecanla beklenmesindeydi...

Huzur bazen de çocuk olup dedenin elini öperek alınan parada, yada dede olup ziyarete gelinecek umuduyla, kulağın kirişte olmasındaydı...

Kim bilir belki de, yuvarlanıp gidilen hayatın bayram durağında verilen, birkaç günlük moladan arda kalan sevincin, bayram tadında kalan lezzetindeydi...

Huzur kimi zaman ?deliye her gün bayram? diyerek, önce deliymiş gibi yapıp, sonrada her günü bayrammış gibi yaşamanın ve sıkıcı tarafını parça tesirli bir bombayla havaya uçurarak, geriye kalanını ise tek başına yaşamaktı...Acaba!

....................

Dedikoduyu hiç kimse sevmiyor gibi gözükse de, bilerek yada bilmeyerek yaşantımızın bir çok kısmını dedikodu üreterek ve aramızda olmayan insanlar hakkında, akla hayale gelmeyecek senaryolar yazarak ve yazdıklarımızı da cafcaflı bir şekilde anlatarak geçirmekteyiz.

Dedikodu hususunda en üretken cins kadınlar olarak bilinmekte ise de, erkeklerin çabaları da sonuç vermekte ve onlarda bu amansız laf üretme yarışında, sıralamada ki yerlerini almaktaydılar.

Ataletli bir toplumun en faal yaptığı işlerden biriydi dedikodu. Ayrıca bu işi yapmanın hiyerarşik, sınıf, yada maddi üstünlüğü olmamaktaydı. Yani zenginde, müdürde, başkanda, kadında, erkekte, işsizde bu konuda üstüne düşen görevi en manidar şekliyle ifa etmekteydi.

Huzur bazen dertleri paylaşmak için buluşulan bir ortamda, kulak çınlatan ve karşılıklı yapılan göndermedeydi...

Huzur bazen konuşulanları APS (acele posta servisi) hızıyla 24 saat içinde karşı tarafa ulaştırabilmenin çaba sarf eden yollarındaydı...

Huzur bazen de zamanın dar gelmesinde ve kısa olmasındaydı, ama bir sonraki güne verilen garantili randevuyla da işin sağlama alınmasındaydı...

Kimi zamanda duyduklarını olduğu yerde bırakıp, bir insanın sır saklamasını bilen yürek olmasındaydı...

....................

İnsanların bilinemeyen ve çözülemeyen hayalleri, hatta ütopyaları vardı. Birde bilindik hayalleri olurdu insanların. Hani çocukken gelinlik giyme hayali her genç kızın rüyalarını süslemesi gibi. Gelinlik giymek kızların dünyasında ki bir beklentinin heyecanı, bir arzunun titremesi, bir başka dünyanın yeniden inşası gibi bir şeydi sanki.

Yaşıyor olmak, birini seviyor olmak, bir yuvanın parçası olmak, evleniyor olmak çok güzel bir duyguydu. Ya birde gelinlikler içinde güzellik abidesi olmak, işte kadın olmanın bir başka tarafıydı buda.

Her anne kızını gelinlikler içinde görmek ister mutlaka, bazı insanların fazla abartıyor olmasını saymazsak tabi. Kızların hayatlarında bir kez gelinlik giyiyor olması (ayrılıklar ve çocukluk hariç) sanırım heyecanı ve rengi biraz daha arttırıyor olsa gerek. Oysa erkek evlenirken hiç böyle bir konudan bahsedilmiyor, çünkü erkekler takım elbiseyi hayatının istediği zamanında giyme şansına sahip oluyor ve neresinden bakarsanız bakın, bu işi anlaması bayağı bir zor oluyor.

Birde düğün sonrasında kadının gelinliği çok konuşulur. Eğer beğenilirse abartılır, beğenilmezse eleştirmek için mutlaka bir fırsat yaratılır. Gelinliği giyenin güzelliği de, gelinlik kadar önemli tabi. Kadınların birbirlerini çekemiyor olmaları da, kimi zaman gelinliğe bakışını değiştirmekte bazılarının.

Gelin olmaktan ziyade, giyilen gelinliğin önemini arttıran bu ipuçlarına da ulaştıktan sonra, gelinlik beyaz bir rüyanın, en can alıcı tasarımı olarak, kızların dünyasında her daim şekillenmeye devam edecekti.

Huzur bazen hayalini kurduğun gelinliğin içinde adeta kaybolmaktı...

Huzur bazen gelinlik provalarında saatlerce, hatta günlerce yaşanan telaşlı koşuşturmacanın iç gıdıklayan heyecanındaydı...

Huzur bazen de gelinliği en sevdiği insanın yanında giymek ve zifaf gecesinde onun kollarında soyunmaktı...

Huzur kimi zamanda evde kalmışlığa veryansın edip, belki de giymediği gelinliğe hep tutkuyla bakmak ve bir gün umuduyla hayata düğüm atmaktı...

....................

Bazen normal bazen de anormal sayılan kıskançlığın doğumu, insanlığın varolmasıyla birlikte kimi zaman dostane, kimi zamanda düşmanca yerleşmişti içimize. Bakışlarımızda gizlediğimiz, bazen sessizliğimizle anlatmak istediğimiz, bazen de yumruklarımızla süslediğimiz ve enteresan laflar üreterek beslediğimiz, o genlerimizde yaşayan ölümsüz bir yaratığın ta kendisiydi.

Kıskanılmak kadınların hoşuna gitse de, dozunu tutturamadınız mı sinir katsayısını arttırıyor ve polemiğe davetiye çıkartıyor, bazen de muaraza yaratıyordu, hem de son derece sevimsiz. Kadını kıskanmazsanız bilin ki sevginizden şüphe duyulmaktadır, kıskandığınız zamansa ayarı yapamamak gibi bir riskle karşı karşıyasınız. Kadının kocasını kıskanması da, kurallar dahilinde normal bir vuku. Ama aşırısı erkeği her harikulade rahatsız etmekte ve kadının çoğu zaman kendi elleriyle erkeğini yad ellere itmesiyle son olup bitmekte maalesef. Hangi profilden bakarsanız bakın, keşmekeşin daniskası.

Kalabalık bir toplulukta erkekler en çok kadınları süzermiş, bu normal bir davranış. Fakat kadınlarında diğer kadınları süzdüğünü duyunca aklıma önce kötü şeyler geldi. Akabinde cevabını da yine bir bayan verdi. Kadınların birbirlerinin giysilerini ve güzelliklerini kıskandığını ve bazıları tarafından bunun aşırı abartıldığını duyunca da, acayip dumur olmaktan kendimi alamadım hani.

Huzur bazen sevdiğini kıskandırmak için yapılan, yalancıktan başka bir bayana bakma numarasıyla rol keserek tansiyon ölçmekti...

Huzur bazen yeni oyuncağını arkadaşlarına göstererek, yalnızca onlara hava atmaktı. Ama bunun olmayan çocuklarda kıskançlık yaratacağını anlayamayacak kadar çocuk olmaktı...

Huzur bazen de kural dışı yapılan bir hareketten ötürü yalnız kalmamak için, belki de vefanın büyüklüğü için, tüm kurallara harfiyen uymaktı...

Kimi zaman kıskanan, kimi zamanda kıskanılan olmak, yani içimizdeki bu mücerret kavramla birlikte son ana kadar beraber yaşamak...istesek de...istemesek de...

....................

Bir adam boyu evi herkesin olacaktı ve her beşer er yada geç bir gün toprağın soğuk, ürkütücü ve gerçek yüzüyle tanışacaktı. Yani kabristandaki yerini alarak, önceden gidenlere yarenlik etmek üzere, bedenleri sağ olanlar tarafından defnedilecekti. Belki bir zamanlar mezarlık ziyaretinde sadece dualar ederek, kısa bir süre ayırdığımız insanların yanında, artık ebedi olarak kalacak ve dünyada yaşananların hesabını verecektik bir bir.

Mezarlık ziyaretinde insanın gözüne çarpan en belirgin şey, mezar taşında yazılı manzumeler olmaktaydı. Bazı insanlar mezar taşı yazılarına ve nümayişkar yapısına dikkat çekerek takılıp kalmaktaydı. Hani şöyle bir evim olsa, yada şu marka bir arabam olsa diye yaşama karşı serzeniş de bulunur ya insan, kabir ziyaretinde de mezar taşı seçenlere rastlamak mümkün olmaktaydı.

Oysa ki gideceği yerde ihtiyacı olan şeyin, mezar taşının güzelliği değildi ve ahrette ona en baba mezar taşı senin ki diye, protokol muamelesi yapılmayacaktı. Mahşerde toplanan kalabalık ona esas duruş göstermeyecek ve sorgulama esnasında ipucu verilmeyecekti. Burada cevapların baş harflerini söyleyen sunucularda bulunmayacaktı. Yani herkes yaşarken ektiğini, öldükten sonra biçecekti.

Kabristanda şehitler, evliyalar ve çok büyük devlet erkanları dışında hiç kimseye ayrıcalık tanınmıyordu. Yani çok zengin bir şahısla, derbeder bir çilekeş yan yana yatıyor, yaşarken olmadığı kadar yakın olabiliyordu. Hatırı sayılır kişilerin hatırına yapılan düzmeceleri saymaz ve paraya mukabil satılan kimlikleri yırtıp atmazsak.

Huzur bazen mezarlık ziyareti sonrasında yaşanan, hüzün dolu bakışın ardından ?yalan dünya? deyimiyle, muhabbeti tam on ikiden vurmaktı...

Huzur bazen en değer verdiği insanın yattığı yeri gülistana çevirip, periyodik ziyaretlerle ona duyulan hasreti yumuşatabilmekti...

Huzur bazen de yolun sonunu görüp, geri dönüşü olmayacağını bildiğinden, süresiz kılık değiştirmekti...

...................

Hayatta kimi insanlar vardı ki, yalan söylemeye başlamadan saatlerce önce prova yapmaya başlar ve ezberini kuvvetlendirmeye çalışırdı. Kimileri için ise yalan söylemek doğru sözden daha kolaydı. Yani kiminin söylediği veya konuştuğu sözlerin çoğu zaten yalandı. Birde öylesine etkileyici anlatırlardı ki, biri gelip de yalan dese, belki de o yalan diyen insanı yere indirebilirdik.

Şu yalan dünyada yalan söylemek, yalancılık olmuyor diye düşünen insanlar olabilirdi. Adı üstünde yalan dünyaydı, e dünya yalansa, söylenenlerinde doğru olması tezat olmaz mıydı? Öylesine karmaşık cümlelerin içinde yaşıyorduk ki, mecazın hakikatle boğuştuğu bir alemdi ve söylenenler söylenemeyenlerden bihaberdi.

Mesela birisini aslında hiç sevmezsinizde seviyormuş gibi görünürsünüz, yani yalandan seversiniz. Burada kopmamak mümkün mü? Sevmeyeceksiniz fakat herkes sevdiğinizi zannedecek. Başka sebepler ve çıkarlar uğruna korkmadan ve hiç rahatsız olmadan söylenen yalanlar.

Söylenecek bir şey kalıyor geriye, tek mısra, çift kelime, beş hece, on harfle ;

?vay anasına?...

Birde aşırı gerçekçiler vardır ki, bu tipler ne pahasına olursa olsun kolay kolay yalan söylemezlerdi, bunların dostları ise diğerlerine oranla oldukça az ve sabırlı insanlardı. ?Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar? atasözünün altında mışıl mışıl uyuyan bir sebebi ve atalarımıza teşekkür mahiyetinde bir anımsaması yalancıları mutlu kılmaktaydı.

Huzur bazen bir yalanla kurtarılmış bir hayatın, belki de mutlulukla son bulması ve söylenen yalanın ilk uçakla en uzak noktaya sepetlenmesindeydi...

Huzur bazen küskün bir dostla barışmak için yalan söylemek, doğru olup olmadığını ise hiç düşünmemek...

Huzur kimi zaman doğrulukla kaybedilmiş bir günün gecesinde, çoğunluğun aptal diye hitap ettiği sıra dışı bir insan olarak kalmak...

Kimi zamanda veryansın ederek serzenişte bulunmak...

...................

İnsanlar kasıtlı yada kasıtsız olarak yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunurlar. Bu yaptıkları lügat manada ayıp kelimesiyle örtüşmektedir. Öyleyse yaptıklarımıza ve söylediklerimize dikkat edip ayıp etmemek gerekiyor.

Birde söze başlamadan önce ?ayıptır söylemesi ? denmez mi çok enteresan. Ayıpsa söyleme, söyleyeceksen ayıptır diye önceden haber verme. Örneğin insan tanımadığı bir ortamda ise ve de tuvalet ihtiyacı varsa, haliyle birde tuvalete ihtiyacı vardır. Buraya kadar gayet normal, anormal olan ise yanındakine sorarken kullandığı ifade ; ?ayıptır sorması tuvalet nerede? der. Tuvaleti sormanın neresi ayıp anlamış değilim. Bazıları tuvaleti de soramaz lavabo nerede der, ama karşısındaki ısrarla tuvaleti tarif eder. Büyüklerimizden böyle görmüşüz ne diyelim saygıdan işte.

Huzur bazen ayıbı görmeden, ayıp edeni duymadan olana bitene kulak tıkamaktı...

Huzur bazen çok sevdiği insanları da ayıbıyla ve yaptıklarıyla sevmekti...

Huzur bazen de tarif etmekti geceyi, hem de bir başka geceye. Aslında yaşananlar öncekilerin aslından yapılan bir urbaydı sadece ve kurtarılmak adına susmaktı sessizce, kaybolan bakışların içindeki hayata...

...................

Huzur yediden yetmişe herkesin okuduğu yalancık bir sevda masalı mıydı?

Yoksa kimsenin okuyamadığı ağır bir roman mı?

Yada kimsenin yazmak istemediği, bir anlatımın potansiyel cümleleri mi?

Veya müebbet hapse mahkum edilmiş bir hükümlü mü?

Tedavülden kaldırılmış yitik bir nakitten geriye kalan, geçersiz ibaresi mi?

Huzuru diri yakalayanların, saklandığı yeri bilenlerin, obje haliyle görenlerin, tüm insanlık adına en yakınındakilere dağıtarak, çoğalmalarını sağlamaları ivedi bir hal almıştır.

Her şeye rağmen zamana esir düşen huzur, kendisini ortaya çıkarmadan düşmekteydi üzerimize ve terk edilmiş bir türkü gibi yağmaktaydı tepemize.

Huzuru ararken dost, yar, ana, baba, emmi, dayı, gardaş,
Gözlerini kapat gözlerinin ve çiz resmini yavaş yavaş,
Ve farkında olmadan verilen bu kaçıncı amansız savaş,
Huzuru ararken be arkadaş...
Huzuru ararken...

Dönüş yoluna koyulan bir handikap, içeri girmek için verilen bir parola bu.

Son söz, çoğu kez ilk sözdür. Halen bulamadıysak;

Öyleyse;

Nerede huzur?

25 Ocak 2009 68-69 dakika 1 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)