İçimizdeki Mezar
'Ölenle ölünmez....?
Peki ölenin ardından nasıl bir hayat sürer kalan sağlar?
Yitirilen kişiyle sağlığında kurulmuş güçlü bir gönül bağınız varsa, ölenle birlikte sizin de bir parçanız ölür... Ve sessizce aynı mezara gömülür...
Çok sevdiği birini kaybeden bir insan görmüşsünüzdür; sevdiği insanı toprağa teslim ettikten sonra kolay kolay ayrılamaz başından... Çünkü yerin kaç metre derininde olursa olsun, üzerine kaç tabaka toprak örtülürse örtülsün, bir parçası hem de çok değerli bir parçası onu orda alıkoyar... Beyni ayaklarına bir türlü ?yürü? komutunu veremez... Ruhunu teslim etmiş bir beden gibi durur... Orda yatan kanıdır, canından bir parçadır çünkü...
Eşin-dostun ikna ve yardımlarıyla çakıldıkları yerden sökülürcesine götürülürler çoğu zaman...
Ve genellikle aynı söz fısıldanır kulağına bir parçasını ardında bırakıp giderken;
?ölenle ölünmez?...
Oysa hayat bir daha asla eskisi gibi olamayacaktır kalan için... O çok değerli parçası, hep eksik kalacaktır... Hiç bir ölüm zamanlı değildir ve her ölüm yanına kattığı kişiyi sevdiklerinden sökercesine koparıp alır... Tam olarak ta o parçanın koparıldığı yeriniz, daima kanar... Yitirilen anneyse bir anne gördüğünüzde, kardeşse bir kardeş, sevgiliyse bir çift aşık gördüğünüzde; sivri uçlu bir bıçağın henüz iyileşmeye yüz tutmuş bir yarayı yeniden yarması gibi açılır yaranız ve yeniden başlar kanamaya...
Nedendir bilinmez; gidenden geriye sadece güzellikler kalır.. Sizi en mutsuz ettiği anları bile dudaklarınızda buruk bir gülümsemeyle anarsınız... Hatta keşke hayatta olup sizi tekrar ve defalarca kırmasını yüreğinizin en derinlerinde arzularsınız... Çünkü bilirsiniz ki giden sizi terketmek istediği, sizi sevmediği için gitmemiştir... Kendi arzusuyla değildir bu gidiş..
Hatta bu gidişte onun hiç bir cevap hakkı olmamıştır... Çünkü ona sorulmamıştır...
O sadece bu yolculukta ölümün refakatçisi olarak seçilmiştir...
Ve kalan, onu nerede bulacağını bilir... Her özlediğinde gideceği bir mezarı vardır, kah dertleşmeye, kah günah çıkarmaya, kah özlem gidermeye...
Yolu sıkça düşecektir, gidenin yattığı yere...
Ta ki günün birinde ölüm kendisini de refakatçi olarak seçene kadar...
Bazı durumlar da vardır ki; sevdiğimizi yine yitiririz fakat bu kez toprağın derinliklerine gömmeyiz onu... Gidip özlem gidereceğimiz bir mezar bile yoktur bu gidişte...
Bu kez onu gömdüğümüz yer; yüreğimizdir...
Diğerinden farklı olarak bu gidişlerde gidene sorulmuştur, cevap hakkı da tanınmıştır, hatta belki yalvarmışsınızdır ?gitme, kal? diye... Çünkü gönlünüz razı değildir bu gidişe... Fakat o sizin üzerinize basa basa, kapıya doğru attığı her adımda sizin için çok değerli olan, her saniyesine bir ömrü sığdırdığınız anıları; avuçlarından bir kir gibi söküp sağa sola fırlatarak, sizi bir savaş meydanının orta yerinde cephanesiz bırakır gibi, çekip gitmiştir...
Sizin nasıl yaşayacağınızı umursamadan, onun gidişiyle ciğerlerinizin nasıl oksijensiz kalacağını hiçe sayarak, en önemlisi sizden büyük bir parçayı kopararak gitmiştir...
Ve size düşen tek şey, bu savaş meydanında hayatta kalabilmektir...
Açılan yaranızdan güçlü bir kan kaybı başlar onun gidişiyle...
Uzunca bir süre bilinçsiz bir şekilde o dağınıklığı seyredersiniz...
Talan edilmiş bir yaşamda sersemleyerek ve hatta o dağınıklık ?o?nu hatırlattığından, hiç birşeye el sürmeye cesaret edemeyerek görmez gözlerle bakınırsınız çevrenize... Herşeyde ondan izler ve onun kokusu vardır... Ne ondan ne de size onu hatırlatan yerlerden, kopamazsınız... Bir süre anılara sarılarak yaşarsınız... Bir de yalnızlığınıza... O ise sadece sizin şahit olduğunuz bir cinayetin faili olarak normal yaşantısına geri döner...
Yenilgiyi kabullenip kendinize gelmeniz aylarınızı, hatta yıllarınızı alabilir... Bunu başardığınız zaman ?bu; mantığınızı takiben; kanayan yaranızın da koparılan parçasına bir daha asla kavuşamayacağını artık kabullenmeye başladığı zamandır- o zaman farkedersiniz ki bu zaman zarfında içinizde büyük bir boşluk oluşmuş... Eskiden size onu hatırlatan herşey artık bir dağınıklık olarak gözükmeye başlar... Gözlerinizin önündeki sis perdesinin aralanıp gerçekleri görmeye başladığınız andır o an...
Bu dağınıklıkla yaşayamayacağınızı hissedersiniz... İki seçeneğiniz vardır önünüzde; ya siz de hayatınızın geri kalanını o dağınıklığın bir parçası olarak yaşarsınız ya da kendinize bir çeki düzen vermenizin zamanıdır...
Yapılacak en doğru şey hemen orada derin bir çukur kazıp, herşeyi o çukura doldurmak ve üzerini br daha hiç açılmamak üzre örtmek, orayı bir daha hiç geri dönmemek üzre terketmektir...
Fakat ne yazık ki bir çoğumuz bir mezar kazmak için en uygun yer olarak 'yüreğimizi' seçeriz... Ve başlarız içimizde oluştuğunu farkettiğimiz o boşluğu yine ondan arta kalanlarla doldurmaya...
İşin acı veren tarafı ise, yaşanan sevdanın boyutu ne kadar büyükse yürekte açılacak mezar da o denli derin olacaktır... İçinize savurduğunuz her kazma darbesinde dalgalar halinde bir sarsıntı kaplar bedeninizi... Kendi içinizde derinlere indikçe acınız da artar... Acıyla birlikte kütle halinde bir de yangın vardır içinizde... Geceler boyunca sizi uyutmayan bir yangın... Acı doruğa, alevler tüm bedeninize ulaştığında, mezar hazır demektir...
Anılardan başlarsınız çoğu zaman gömmeye... Hem de öyle bir yere koyarsınız ki onları, her an çekip çıkarılmaya, yeniden hatırlanmaya çok elverişlidirler... Hemen yanıbaşına hayallerinizi gömersiniz... Birlikteliğin olmazsa olmazlarıdır hayaller...
Neler yoktur ki anıların ve hayallerin içinde.. Bir şarkıdır örneğin bir anınız... Her duyduğunuzda olduğu yerden süzülüp karşınıza dikiliverir... Sizi sürekli ikileme düşüren keşkeleri de getirir yanında... Birlikte yaşlanmaktır bazen hayallerden biri... Ya da gözlerden uzak küçük bir sahil kasabasında mehtaplı bir gecede yıldızları seyretmektir bir anınız... Her mehtaplı gecede aynı işkenceyi size yaşatmaktan hiç usanmayacaktır...
Hayalleri de gömdükten sonra sıra gelir ?O?nu gömmeye... İşin en zor kısmıdır bu... Nereden ve nasıl başlayacağınızı bilemezsiniz... Gözyaşı, öfke ve pişmanlıktan oluşan karmaşık duygular içinde en sevdiğiniz yerinden başlarsınız... Çoğu zaman gözleridir sizi en çok etkileyen ve sizinle en güçlü bağlarının olduğu yer... Gözler kalbin aynasıdır... Oysa siz o aynaya her baktığınızda en büyük yanılgılarınızı yaşamışsınızdır... Yine de zor gelir, içlerinde gerçek bir dünya kurduğunuz o yalancı gözlerden ayrılmak... Fakat bu ya sizin sonunuzdur, ya da onun... Gözlerinizdeki sis perdesi aralanmaya devam eder... Bakışları, dudakları... O dudaklardan size defalarca dökülen ?seni seviyorum? sözcükleri dikilir karşınıza... Onlar da son kozlarını oynamaktadırlar sizin direncinize karşı... Sonra dokunduğunuz tenine gelir sıra... Bir zamanlar yandığınız o kadife ten artık yabancıdır size ve hayatınızdan çıkarmak zorundasınızdır... Son bir kez daha hissedebilmek için kıvranarak, onu gömen ellerinizden nefret ederek gömersiniz onu da ait olduğu yere... Tek tek, ona dair ne varsa... Yüzü, elleri, öpüşleri, sesi derken son bir hamleyle herşeyi içinize gömer, kapağını kaparsınız...
Ve içinizde bir mezarla yaşamaya başlarsınız..
Artık siz nereye giderseniz gidin, ?o? içinizdedir.. Ne kadar derinde gömülü olsalar da en ufak bir tökezlemenizde yüreğiniz sarsılacak ve mezardakiler yerlerinden oynayacaklardır... Güçlü sarsıntılarda ise dışarı çıkmayı bile başaranlar olacaktır... Yeniden karşınıza dikilip, sizi güçsüz kılmak için...
Ya hiç tökezlemeden yaşamayı öğrenirsiniz ya da yaşamınızın herhangi bir anında yolunuza dikilseler bile her defasında onları alt edecek kadar güçlenirsiniz...
İçinde bir mezarla yaşamak zordur... Çünkü her ceset gibi onlar da zamanla çürümeye başlar... Ve siz de derinliklerinizdeki bu mezarla birlikte için için çürürsünüz, farkına bile varmadan...
Tercih sizindir aslında... Bir mezar kazmak için seçeceğiniz en yanlış adrestir yüreğiniz... Henüz savaş alanındayken herşeyi hemen orada açacağınız bir mezara gömmektir en doğrusu.... Başarabilenimiz az olsa da...
Bunu başaramayanlar ise ya yavaşça çürümeye devam ederler ya da yaşamlarının ileriki bir döneminde bile olsa ve eğer göze alabilirlerse, içlerindeki o mezarı, yani yüreklerinden çürümüş o parçayı kesip atarlar.... Ve yaşamlarına eksik, fakat yaralarını iyileştirmeyi öğrenmiş, güçlenmiş bir yürekle devam ederler...
Zira zamanın iyileştiremediği hiçbir yara ve eksik yaşamayı öğrenemeyen hiçbir yürek yoktur...