Kalbimin Kızıl Saçlı Acısı
'Daha çok sevdiğimde gideceksen;
Şimdikinden daha çok yanıcam..
Bi'gün gerçekten gidersen,
'Söz'
Gidişini de sevicem...'
Gelmediğin sabahlar , çok bağrışlı bir hüzünle uyanıyorum. Yanaklarımda geceden başlayan yağmurun izleri. Kendimde değilim, yani beni unuttuğun yerdeyim. Üstelik kendimden geçmişken seni de bulamıyorum. Göğsümde ki bu ağrı da senden kalma, yüzün değmiyor diye. Çok hüzünlü bir özlem / bir tek çok sevende güzel dururmuş. Aynaya bakamayışımda bundan. Garip ama, hüznüme yakışan bir mutluluk sevmek. Yan yana dururken fark ettim, yanına yakıştığımı. Böylesi daha güzeldi. Hiçbir el tutuşması ayrı geçmiyordu.
Ne zamandır penceremin önünde ki yol da duran çakıl taşlarını sayıyorum. Gelişini beklerken zaman ancak böyle geçiyor. Geçen zamanın seni bana yaklaştırdığını düşünürken bir o kadar da uzaklaştırdığı hissi düşüyor aklıma, yüzüme, içime. Kısıtlanıyor zaman. Çünkü ölüme ayarlı birer saatiz. Zaman geçtikçe birbirimizden koptuğumuzun farkında olmadan yaşıyoruz. Çocukluğumun bayram sabahına benzeyen gelişini beklerken buda geliyor aklıma. Geç kalışlarım, zamansızlığım ve ölümüm. İçimde sessizlik. İçimde sensizlik.
Başucunda beklediğim gecenin kırıntıları var hala üzerimde. Göz göze gelişlerimizin yorgun uykusuz saatleri. Söylenmedikçe hiçbir anlamı olmayan kelimeler taşıdım onca zaman ceplerimde. Boş yere, anlamı yokken, anlamsızken bütün beklemeler. Sonra sen bir gece gökyüzünden yere inen bir kar tanesi gibi usulca düştün sol'uma. Ve ceplerimde taşıdığım kelimeleri çıkarıp tek tek sana söylemeye başladım.
Gecenin hiçbir saatinde uyumama telaşından yüzümde ki derin çizikler. Yokluğunla varlığının arasında ilerleyen saat tik-takları arasında geçiyor bütün ömrüm. Kendimden on yaş daha yaşlandım bugün. Bu sabah uyandım,yerin boş. Üşenmedim, senin olmadığın boş odaları aradım. Bulamayınca üzüldüm. Uzaklığın, saçlarına dokunamayışım. Böyle bir ağırlık hiç binmedi omuzlarıma, hepsi birden ağır geldi. Taşırım dedim kendime sana ait olan her şeyi.
Nasıl özledim teninde anne kokusunu. Böylesi bir sana yakışırdı zaten. Uzaklarda artık karşıma geçip izlediğin gözlerim. Şikayet değil bu ama; ben hep böyle özleyecek miyim seni.
Nasıl acıyor yüzünün değmediği her yanım, nasıl kırgınım, nasıl öksüz, sensiz...
Bugün şubat. Bir şarkı var dilimin ucunda, söylemekten kırıldığım. Biraz yağmur sadece. Hepsi bu kadar demek isterdim. Gördüklerin de demek isterdim ama göremediğin şeylerdi onlar, gözyaşlarım yani. İçime düşen, içime kanayan. Yalınayağım bugünlerde. Buz gibi keskin bir soğuk tenimde. Üşüyorum.
Evet, haklısınız demek isterdim. Defolup gitmeliyim. Siz diye hitap edip, göz uçlarınızda kendimi intihar etmeliyim. Ölmeliyim. Yaşamak size verilmiş bir hediye olmalı. Bana düşen acılarınızın üzerinden geçmeliyim yalınayak. Ya da bir şarkıyı başa sarıp, yaşamak için ne güzel bir gün deyip, ölmekten vazgeçmeliyim. Hayaller anlıktı oysa. Ve ben boğulurken elini uzatmak yerine sessizce izlemeyi seçtin sen.
Gözlerinize dokunmayalı, teninizi izlemeyeli, saçlarınızı öpmeyeli ?altı gün dört saat' olmuş olmalı şuan. Ben ki sana böylesine yanmalı mıydım, böylesine tutsak. Oysa benim yollarım sana hep uzak, hep tuzakmış. Giremediğin aydınlık bir yola, ben gözlerimi kapatıp girmeye bile razıydım. Sizin için ölmeye bile razıydım. Kendi isteğimle, kendi özgürlüğümle.
Sokak lambalarının aydınlatmadığı bir sokaktan geçerken, gözlerini kendime yol bilip çıplak mutluluklarımla gelmiştim sana. Acılarım en derinlerde saklıydı. Görünce üzülme diye. Oysa benim içime gömüp yakındığım bir aşk acım olmadı hiç. Ve korkularımda olmamıştı. Seni gördüğüm gün başlayan bir korkuya şimdi şuan eşlik eden bir aşk acısı var içimde, yüzümde, gözbebeklerimde.
Tenimde iz bırakan tırnak yaralarınızın üzerinden geçiriyorum parmak uçlarımı. Her birinde ayrı bir acı, ayrı bir soluk. Ve sevişme sahneleri gözlerimin içinde. Bıraktığın ellerimden başlıyorum kendimi terk etmeye ve bu şehri, hiç görmediğin sokakları ve insanları. Herkesten çok yalnızdım oysa. Ve kimsesizliğime seninle bir isim bulmuşken, yalnızlığıma yeniden bir isim arıyorum. Sözlükten ve dağarcığından kaldırmanı istediğim kelimeleri, başka birimi yerleştirdi oraya. ?Gitmek' için mi gelmiştin yani. Farkında değilsin tenime batırdığın kızgın demirlerin canımı nasıl acıttığının.
Yirmibeş yaşımın verdiği bir acı bu, ya da her neyse...
Kalabalığında adımlarımın çoktan silindiği bir kentte tanıdım seni. Öyle sevdim. Uzun ve soluksuz. Martı çığlıklarını melodi yapıp sana dinletirken yüreğimi kıyılarına çoktan demirlemiştim bir daha açılmamak üzere. Ve şehrin tam göbeğindeydi, ayaklarının dibine çöküp seni sevdiğimi söyleyişim. Şimdi katran gecelerin nefessizliğinde boğazıma tıkanan bu hıçkırıklara bir çare bile bulamıyorum. Sana gelirken senden gidebilecek tüm cesaretlerimi ateşe verdim. Bütün kirli geçmişimi temize çekerek. Gittin mi? Terk mi ettin şimdi bu dışı kalabalık yalnızlığımı! Hani bu şehir en çok da sen varken kalabalıklaşırdı ya, şimdi ne yana dönsem, herkes senden ayrılmış gibi.
Nazım'ın Piraye'yi sevdiği kadar kim sevdi ki seni...
Bu durakta bunca zaman seni bekledim yalnızca. Hiçbir gelenin arkasından gitmeden. Ve it gibi titreyerek, üzerimden geçen bütün mevsimlerin altında durmadan adını sayıkladım. Uzak iklimler ısmarlayamıyorum artık dudaklarıma. Nerede bir kış varsa, ben oradayım. Dudaklarıma değen bütün izmaritlerde yokluğunu çekiyorum içime.
Ah Kadın! Bu şehir sen yoksun diye sessiz biraz da. Hiçbir yüz sana benzemiyor. Ayrı yerler de uyanıyoruz. Ayrı şehirler de.
Git mi dedin yoksa gidiyorum mu? Kim siler şimdi yanaklarıma sinen bu acının gözyaşlarını. Boğazıma yapışan özlemlerime kim bir bardak su verir ki? Ne yani, bu kadar mıydı? Bu muydu? Öl mü dedin?
Öldüm...