Karınca
Güneş yüzünü olanca kızıllığıyla ağaçların yeşil dalları arasından bile kızgınca gösteriyor,derinden hissettiriyordu.Altında serinlemeye çalıştığım salkım söğütü diken ecdada dua hakkımı kullandım.Ellerimi yüzüme sürüyordum yanıma püri fani bir amca oturdu.
-Selamunaleyküm yeğenim
-Ve aleykümselam amca, buyur
-Buyurun var olsun oğul !
Elinde ki bastonla, oturduğum banka yanaştı ve tam oturacakken bankın üstünde peşpeşe yürüyen karınca katarını gördü. Bekledi. Karınca sürüsü bankın ahşap kısmından aşağı koro halinde iniyorlardı.En önde ki karınca, kendinden büyük pirinç tanesini taşıyor,diğerleri de aynı yük ve hız ile önderlerini takip ediyorlardı.Bu ne muhteşem bir manzara idi.
Neden sonra bu manzara sona erdi.Amca iki elini bastonuna dayayıp;
-Ne kadar güzel bir manzara değilmi?
-Evet amca zaten hep imrenmişimdir şu küçücük ama manâ itibariyle koca yürekli hayvanlara.
Evet oğul doğru söylersin.Kendi ağırlıklarından kat be kat fazla yük taşıyabilen tek hayvandır karınca.Lakin ben şu önünde oturduğumuz manzaradan bahsediyorum.Boğaza karşı yeşillikler arkamızda,mavisi önümüzde salım salım salınan sultan'ı şehir İstanbuldan bahsederim.
-Bilir misin oğul,Sultan Süleymanı?
-Bilmem mi?
-Peki, hocasıyla yaşadığı karınca hikayesini bilir misin?
-Yok amca !
-O zaman dinle oğul !
"Rivayete göre Kanuni Sultan Süleyman doğduğunda, ismi için Kur'an-ı Kerim açılmış ve "İnnehû min Süleyman" ayeti denk gelmişti. Bu durum kendisi için uğur sayılmış, Allah tarafından teyid edildiğine inanılmış ve ismi bundan ötürü "Süleyman" konulmuştu.
Beden ve iman mükemmeliyeti, fikir, ahlak ve mefkûre yüksekliği ile temayüz eden Kanuni Sultan, irfan sahibi, âlim, maddi ve manevi kemâlatı şahsında toplamış mümtaz bir padişahtı. İlim, tasavvuf, sanat ve edebiyat erbabına büyük hürmet ve alaka gösteriyordu.
Ecdadının adet edindiği üzere, her seferden önce mutlaka, Eyüb Sultan ve Şeyh Ebu'l-Vefa Hazretleri gibi İslam büyüklerinin türbelerini ziyaret ediyor, zafer için dua ve himaye talebinde bulunuyordu.
Cihan padişahı olmasına, kendisine "Muhteşem Süleyman" denmesine karşılık ilim-irfan ehline son derece nazik, mültefit ve müşfik davranıyordu. Bu hususta o kadar ince fikirliydi ki, bir defasında sarayın bahçesinde ki elma ağaçlarını karıncaların istila etmesi üzerine bunlara dokunamamış ve hocası Zembilli Ali Efendi'den fetva istemeye de utanmıştı.
Çareyi, bahçedeki bir ağacın üzerine şu beyti yazıp, hocasına okutturulmasında bulmuştu:
Dırahtı eğer sarmış ise karınca
Ne lazım gelir karıncayı kırınca
Beyti, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi okuyunca, aynı incelikteki şu güzel cevabî beyti yazacaktı:
Yarın Hakk'ın divanına varınca
Süleyman'dan hakkın alır karınca
Hocasının yazdığı bu beyiti okuyan Kanuni Sultan Süleyman, bahçede ki karıncaya dokunamamıştı. Diğer yandan Zembilli Ali, Kanuni'yi Rodos'un fethine de inandırıp ön ayak olacak; hatta bizzat sefere katılıp adanın fethine iştirak edecekti.
Kanuni Sultan Süleyman, Yetmişiki yaşında onüçüncü ve son seferi olan Zigetvar Kalesinin 1566'da fethi esnasında şehadete erişmişti. Vasiyeti gereği, kabrine defnedilmek üzere bir de zarf dolu çekmece getirilmişti. Hastalığında, Şeyhülislâm Ebu's-suud Efendi'ye kendi eliyle teslim etmişti.
Alimler, kabre konulup konulamayacağını tartışırken, çekmece birden yere düşecek ve açılıverecekti. İçinden çıkan tomar tomar kağıtlar etrafa saçılacaktı. Bunlar, Kanuni'nin hükümdarlığındaki tüm icraatlarıyla ilgili Ebusuud Efendi'den aldığı fetvalardı.
Fetvaları gören Şeyhülislâm, mesuliyetinin ne denli ağır olduğunu bir kere daha anlamış ve şu ibret dolu sözü sarf etmişti:
"Ah Süleyman, sen kendini kurtardın, ya biz ne yapacağız?"
İşte böyle oğul ecdadın içinde bulunduğu ruh hali bizim içinde bulunduğumuz durum.