Kayıp Dantel

Sabahlığımdaki yırtığa takıldı bir parmağım. O ana kadar varlığını fark etmediğim yırtığı kısa bir süre süzdüm. Bir şey dikmeye mecalim yoktu. Hem iğneyi, ipliği, dahası düğmeyi kim icat etmişti? Birileri sökecek, birileri dikecek sürekli öyle mi? Terzi bile kendi söküğünü dikemezken, neden biz bir diğerinin yırtıklarını, aksaklıklarını yamamak zorunda hissediyorduk kendimizi. Haydi terzi bunu meslek olarak yapıyor ve bundan para kazanıyor. Peki gönüllü terzilik işgüzarlık değil de nedir? Herkes yaptıklarının ve yapmadıklarının sorumluluğunu yüklenecek bu dünyada ve ötede. İyiliğin fazlası bile insanı felakete sürükleyebiliyor, kendinden fazla verdiği ve elinde hiçbir şey bırakmadığı için.
Bir çulha gibi ördüğüm zihnimde bir zincir sürekli kopuyordu ben tamire çalışsam da. İnsanlık, merhamet ve şefkat zinciri. Sevgi, aşk adı altında insanlar birbirine sürekli kötülük yapıyordu. Sizi seveceklerdi ama kendi istedikleri gibi ve istedikleri kadar. Aslında hiç sevmeyeceklerdi, sadece sevdiklerini iddia ederek, hatta adına; aşk, sevgi, ilgi, bilgi ticareti diyerek inciteceklerdi bu pazarda. Merhameti eksikti sevmelerin, şefkati yoktu sarıp sarmalamak için ve insanlıktan yoksundu kalplerimiz. Ukrayna' da ölenler beyazdı ve değerliydi ama Suriye' de, Gazze' de, Afganistan' da ölenler terörist ya da mülteciydi öyle mi?
İsimlerimiz, kimliğimiz, sevdiğimiz ve sevmediğimiz şeyler üzerinden bizi vuracaklardı. Lakaplar, künyeler, ödüller takacaklardı onlar gibi düşündüğümüzde, sevdiğimizde. Performans insanı olmamız istenecekti sürekli ama hepsi de birilerini memnun etmeye dair. Bazen sisteme, bazen kirli düşünceli insanlara bazen de kendi hırslarımıza, öfkemize esir edeceklerdi bizi. Modern kölelikte; takım elbiseli, eli kitaplı, telefonlu, tabletli ama maalesef empatisi olmayan robotlaşmış insanlara dönüştüreceklerdi bizleri. Kendimiz gibi düşünmemizi, giyinmemizi, yiyip içmemizi istemeyeceklerdi elbette. Bu yüzden onların düşüncelerini bile kendi düşüncemiz sanacaktık bazen bir reklamda, bir filmde, okuduğumuz bir cümlede. Kendi varlığını sevmeyen, benliğiyle mücadele içinde insanlar olacaktık günün birinde. Köyde ilkel bir yaşantının ortasında bir bardak çayla mutlu olup, çalışmaktan yorgun bedeniyle, mis gibi uyuyan o adamın ve kadının huzurunu çalacaklardı bizden yavaş yavaş. Korkularla ve güvensizlikle sarmalanacaktık bir gün. O gün bugün mü bilmiyorum ama hepimizde sürekli bir tedirginlik, ötekinin varlığından ötürü bir karamsarlık, tarifi olmayan bir sevgisizlik var kısaca. Nefret, kin demiyorum çünkü o sonraki aşama. Çocuksu masumiyetimizi unuttuğumuzda kayıp bir dantele dönüştü içimizde umutlar. Bir bir zincirleri sökülüyor ve öremiyoruz, yeniden inşa edemiyoruz aramızda gittikçe büyüyen bu kopuşu.
Şaşırmamaya, keşfetmemeye öyle alıştık ki birisi bize kıyamet koptu dese soğuk bir şekilde ' -aaa evet kıyamet koptu...' diyecek kadar duyarsızlaştık önce kendimize, sonra topluma, insanlığa karşı. Kendi mutluluğunun derdinde, dertli insanlar olmayı ne zaman, nasıl öğrendik hiç ama hiç bilmiyorum? Öğrenmenin, sevmenin, bilmenin, unutmanın her şeyin bir adabı vardı, mutlaka kendi içinde. Usul de saz da belirsiz anlayacağınız. Herkes Mecnun, herkes Leyla. Yok yok olmadı. Herkes prens, herkes prenses. Kimse köle değil.
Kayıp bir dantel gibiyim. Zihnimle, yüreğimle. Her okuyanın kendisine sorması gereken bir soru ile bitireyim. İlk hangi zincirde koptuk birbirimizden? En son hangi zincirde son bulacak bu düşmanlıklar?