Kelam Ve Kelimeler ( Dil Düşünce Ve Anlam Üzerine )
'Aslında ben de isterim düşünmeden konuşmayı!'
?Sükût, kelâm'ın yokluğudur' diyebilir miyiz?
Peki ya sustuğumuz zaman zihnimizden geçen konuşmalara ne diyeceğiz?
...
Sükûttan bahsedebilmemiz için kelâmın mutlak yokluğundan (?adem-i sırf / ?adem-i mutlak) bahsetmek zorundayız ki aslında tabiatta ve insan tabiatında yokluk değil; tağayyür, tebeddül, tahavvül ve teceddüd (başkalaşım, değişim, hâlden hâle geçme, yenilenme) vardır.
Yani konuşmamamız içimizde de konuşmaların olmadığı anlamına gelmez.
Belki burada ?nutk' kelimesine değinmeliyiz:
Nutk'un bugün öne çıkan ?konuşma' anlamının yanında ?düşünme'ye de temas eden bir yanı vardır. Ve bir zamanlar söylendiğinde, böyle özel açıklamalara ihtiyaç duymaksızın, her iki mânâyı da çağrıştıran bir yapıyı hâizdi. (?Logos' kelimesinin de hem söz hem düşünce'yi karşıladığını hatırlayalım.)
Mantık ilmiyle meşgul olanlar da nutk'u, nutk-ı bâtın (düşünme / iç konuşma) ve nutk-ı zâhir (konuşma / dış konuşma) diye ikiye ayırırlardı. Düşünme ile konuşmanın, akıl ile kelâmın arasına keskin ve sunî ayrımlar koymaksızın her ikisinin de aynı kelime (nutk) ile karşılanması derin ve sıhhâtli (sahîh) bir algı ve tasavvurun yansıması olsa gerek.
...
Tabiatta olduğu gibi insan tabiatında da yokluk değil, tağayyür (başkalaşım), tebeddül (değişim), tahavvül (hâlden hâle geçme) ve teceddüd (yenilenme) söz konusudur demiştik. Bu mânâda duygu ve düşüncelerimiz kendi içimizde ?an' veya ?süreç' içerisinde bu değişimlere maruz kalabildiği gibi, kendi dışımıza / muhâtabımıza da aslında başkalaşmış ve değişmiş olarak, ses, kelâm ve kelime sûretinde intikâl eder. Yani kâl (söz), hâl'in veya hakîkât'in aynı değildir, ama onlara işâret eden, onları imleyen sembolik ifâdeler toplamı, hâl'in ve hakîkat'in ?başka' bir sûrette, ?değişik' bir formda ve tabi sembolik düzeyde tezâhürüdür.
...
Bu açıklamalardan sonra düşünme ve konuşmanın birbirlerinden ayrılamayacağı ve birbirleri ile sürekli ve zorunlu bir etkileşim hâlinde olduklarını söyleyebiliriz. Düşünme yetisi olmayanın konuşamaması (kelimeleri art arda, muntazaman ve anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde sıralayamaması), konuşma yetisi olmayanın düşünme yetisinin de zamanla zedelenmesi bu ilişkiden dolayıdır.
'Dervişin fikri neyse zikri odur' sözünde de düşünme ve konuşmanın ne denli iç içe olduğu hakîkâtinin yalın bir yansımasını görürüz. Fikri ile zikri bir olmayan ya Hallac gibi pervâsız, ehl-i telvindir, ya riyâkârdır, ya da temkinlidir (ehl-i temkin). Riyâkârlık bir ahlâk problemi ve kötü niyetlilik iken, temkin hâlinde bir zarûret veya muhâtabın idrâkini de hesâba katma söz konusudur.
...
Fikrin ve zikrin (düşünme ve konuşmanın) sıhhâtini yitirmesinin bir sebebi de dilin deformasyona uğra(tıl)masıdır. Bu deformasyon dilin anlamlı en küçük birimi olan kelimelerden başlar.
Düşündüklerimizi dışarıya kelimeler aracılığıyla yansıttığımız gibi, bir başkasının kelimeler aracılığıyla yazdığı kitabı okur veya yaptığı konuşmayı dinleriz. Hatta bazen bizâtihi kelimeler veya bir kelime üzerinde düşünür ve o kelimenin işâret ettiği anlam dünyasına kapı aralarız. Bu sebeple bir millet üzerinde kötü emelleri olanların ?yapılacaklar listesi'nin baş sıralarında dilin deformasyonu gelir. Yani dilin tahrîfi, tahrîbi, harap edilmesi... Harap olmuş, virâneye dönmüş bir yoldan düşünce menziline sağ sâlim varabilmek ise boş bir iddiadır. Belki bazı akademisyen, yazar ve aydınların vülgarize ederek (ve tabi yeni, mahrûb dil ile) önümüze bıraktığı düşünce kırıntıları ile yetinmek zorunda kalırız. Ama düşüncenin o yüce burçlarında seyerân edemeyiz.
Farslar ve Kürtler lügâtlerini ?ferheng' diye isimlendirir. Ferheng ?lügât / sözlük' anlamından önce ?ilim, hüner, mârifet, edep, akıl, kültür' gibi geniş bir anlam yelpazesine sâhiptir (Araplar da böyle bir ?genişlik' ve ?derinlik'i hatırlatırcasına ?sözlük' için ?deryâ / deniz, denizin ortası' mânâlarına gelen ?kâmus' kelimesini kullanırlar). Yani ilim, irfân, akıl ve düşünce sözlükle, kelimelerle kâimdir ve bunların mahsûlâtının bir başkasına ve gelecek nesillere aktarım vâsıtası yine sözlük ve kelimeler, yani dildir. Biri ile oynandığında, aynı zamanda diğeri ile oynanmış, diğeri de yerinden edilmiş olacaktır. Bu meyanda Cemil Meriç'in ?kâmus nâmustur' sözünün arkasında millî bir hamâset yerine bu derin tefekkürün olduğuna inanıyoruz.
...
Dil, ya dışarı mihraklı odaklarca, ya bilvâsıta içeridekiler tarafından ya da ferdî ve içtimâî tefessüh (yozlaşma) sebebiyle deforme edilir, çürür, çözülür. Aslında hepsinin az veya çok bir bileşkesi bu âkıbeti doğurur.
Bu tahrîbin en riyâkâr olanı da ?milliyetçilik' adına yapılanıdır. Diğer insanların ve gönüllerin ?ırk' yolunda hiçe sayılması, rencide edilmesi bir yana, kendi ilim, irfân ve kültür hazînelerini, yapı taşlarını, barındırdığı ?yabancı'(!) kelimeler sebebiyle fedâ etmek ve o ?yabancı'(!) kelimeler yerine bu defa yeni-yetme yabancı kelimeler ithâl etmek... Milliyetçiliğin en yaman iki çelişkisi bunlar olsa gerek.
Bu gözü karalıkla onlara bir kelimeyi, aldığımız milletten daha ileriye taşıyıp daha ince işlediğimizi bile dillendiremezsiniz. Ve bu yoz fikriyâtla bırakın medeniyet kurmayı, sahîh bir medeniyet tasavvuru oluşturmak bile imkânsız bir hâl almakta.
...
Dil, önceki kelimelerin yerine başka dillerden alınan yeni kelimeler ikâme etme veya yeni-baştan kelime uydurma yoluyla deforme edilir. Bırakılan kelimeleri ise daha trajik bir son beklemektedir: çözülen zihin yapısı ve düşünce dünyası doğrultusunda ?yeni anlamlar yüklenmek'. Değiştiril(e)meyen çoğu kelimenin kaderi yalancı şâhitlik ya da kendisinde bulunmayan bir hasleti söylemek oluverir. Bu durumda uydurulan kelime değil, mânâdır. Hem de o kelimenin yıllardır işlenip ıslah edildiği, ıstılah seviyesine getirilip öylece kavrandığına ve içerdiği anlam dünyasının bizim ilim, irfân ve düşünce dünyamızı îmâr ettiğine göz yumularak...
Bugün ağızlara pelesenk olan 'medeniyet, hürriyet, özgürlük, aşk, demokrasi, bilgi...' gibi kelimeleri göz önüne getirelim. Bugün ne yazık ki hiçbirisi ?anlamı kendinde' olan veya sahîh düşüncelerle anlamı derinleştirilen ?kelimeler' ve ?kavramlar' değil, hepsi içini ?özgürce' doldurduğumuz ?sözcük'ler mesâbesinde. Dolayısıyla artık onları hissettiğimizden, kavradığımızdan dem vurmak ve dahî kavramlarımızın ve ıstılahlarımızın varlığından söz açmak mesnetsiz bir iddia olarak kalmakta...
Ve ortada talan edilen, kavranmayan, ancak dil ucuyla söylenen, boynu bükük, içi boş kelimeler durmakta...
Bırakın hissetmeyi, kavramayı; doğru anlamlarının izini bile kaybettiğimiz kelimeler...
Bir zamanlar 'kelâm' ile kökteş olduğu bilinen ve sırtını Kelâm'a dayayıp o asâlet ile gezinen kelimeler...
Ve şimdi, ?söz-cük'leşen kelimeler...
Katılmıyorum sevgili dostum.. Yazının yer yer doğrulara dayanan ayak sürüncemeleri olsa da, gittiği yeri ille kesat bir yere vardırmaya çalışan toz duman yikinişinden öteye gitmemekte bu toza dumana rastlayan satıraralığı doğrular. Dil dediğin şey, karşılıklı iletişim kuran emeklerle doğar, gelişir, olgunlaşır, yerleşir ve kullanılagelir. Hiçbir dil, ebedi buzdolabı istirahathanesinde kendini hayattan kopuk inzivalara çekişiyle diri, taze ve yarına dair yürürlilüğünü daim kılamaz. Hayatı ekip biçen, yuyup arındıran, besleyip barındıran kaygılar güderliliğin has işidir yaşamı dile getirip onunla sözleşip söyleşmek. Yani kim tükettiği kadar üretirse onun etkin deniz deryası yahut sizin alıntınızla kamusu namusudur dil. Susmak, evet bazan hayranlıkla izlediğin güzelliklerin konuşmasını yürek kapılarına davet ettiyse insan susarak konuşmak mümkündür..Aksi halde asla susmaksızın nerde ne kadar gerekiyorsa orda o kadar konuşmak zorundadır insan. Buna gücü yetense gününden ve yarınından tedarikli insan olma durumundaki öznel kişiliktir. Yani bugün tamamıyla hayatın alet adavatlarını üretenlerin öksüzünde esir kalan dil-bozuşmamızı bir düşünün derim ben size. Belki DÜŞÜNÜP anlarsınız.
Seyfi Bey, bağlam nedir bilir misin? Konu değil, bağlam, yani siyak-sibak veya karine, con-text. Evet konum kabaca dil-düşünce bağlantısı. Ama işleyişim ve tahlillerimin tarafınızca anlaşılmadığı âşikâr. Sanki aylardır "Birisi dil üzerine yazsa da ben de, bağlama uygun olsa da olmasa da, bu vesileyle bu konudaki mâlumâtımı (bilgimi değil!), afili bir üslupla kussam" diye beklemişsin.
(konumla ilgisi yok ama madem kusmuşsun söyleyeyim: dil, karşılıklı iletişim kuran emeklerle doğmaz. Bi defa emekler iletişim kurmaz. Demeye çalıştığın, bir dil teoremidir. Dillerin uylaşım (muvâza'a) yoluyla meydana geldiğini söyler. Bunun doğruluğunu-yanlışlığını tartışabiliriz, ama önce tartıştığının 'ne olduğunu' bilmeli insan.)