Kentin Çiçeği Köy Toprağında Yeşermezmiş - 1
Bir pınar haykırdı; kapamayın üzerimi; akmadığım zaman biterim; toprağın damarlarında bağrım çatlaya çatlaya kendi içime akarım... Pınar haklıydı, akmalıydı. İstediği diyarlara, sınır nedir engel nedir demeden mecnun gibi dolanmalıydı. Bazen ağırbaşlılıkla usul usul akmalıydı; zira aktığı yerler dümdüz ovalar olmalıydı. Ama kayalıklardan derelere dökülürken şelale olmanın tadını çıkarabilmeliydi. Hatta nehirlerin gizemine de kavuşmalı; sessizliğin ıssızlığında koyu derinliklerin aktörü de olabilmeliydi. Yağmurun istediği yere gidip düşebildiği gibi, rüzgârın sınırları putlar gibi devirebildiği gibi o da sınırlara isyan edebilmeliydi.
Gerçi tek engellenen suyun topraktaki türevi olan vadiler miydi ki ya bunların üzerinden geçen, onlara sınır çizen, aslında kendini de engelleyen varlık olan insanı engelleyen şeyler de yok muydu? Kim yok diyebilir ki... Her şeyin bir sınıra dayandığı hayatın renklerini boğan dünyamızda acaba kimler engellenmekteydi. Mesela farklılıkların en canlı resimlerinin tablo haline getirildiği köy ve kent, insanı hangi yönlerden engellemektedir. Çok yönden; saymayla biter mi ki... Onlarca yıl bir köyde yaşarsınız. Kendinize göre yöresel bir dil kazanmışsınızdır merdivene sümbül demek hakkınızdır. Bakraca satır, anneanneye ebe... Hatta bilimsel isminden haberdar olmadan onlarca otsu bitkiye kendi dilinde isimler verirsiniz; elektrik demektense cereyan demek daha yerinde gelebilir. Kayısı, can eriği bilmem ne çeşit olursa olsun sadece erik demek hepsi için yeterli olur.
Öyle musluk, lavabo falan lüks olduğundan bunlar halkın sözlüğüne yabancıdır. Kendi halinizde yaşar günün meşgalelerinin yorgunluğuyla akşamın gelmesini beklersiniz. Hava kararmaya başladığında, çocukları anneleri ağır ağır çağırmaya başlar. Çünkü sabahtan beridir evden çıkan bir çocuk bir daha eve uğramaz. Bir ara öğle arası acıktığında ayakkabılarını çıkarma lüzumu hissetmeden, annesinden aceleyle bir dürüm yapmasını ister.
Zira yetişmesi gereken arkadaşları vardır. Belki de çoktan yamaçlara tırmanmış hangi muzırlıkları yapıyorlardır. İkindi arası tekrar köyde bir ses yığılması olur karınlarını doyuran çocuklar tekrar yaydan fırlayan ok gibi fırlarlar, hedefleri ise karmakarışıktır. Belki de balık tutacak ya da bilmem kimin bahçesindeki dalbastı kirazları yürüteceklerdir. Bu hırsızlık değildir, yaramazlık da denebilir. Macera da çünkü o suçu işlemeye o bahçenin çocuğu da katılır.
Öyle ya, hep başkalarının hasadını yürütüp dalları boşaltmakla kalmaz. Geçen hafta ballandıra ballandıra yediği amcasının kavununun borcu birikmiştir. Bu bellidir, en azından amcaoğlunun haydi gidelim, geç kalıyoruz diye yakınmasının altında bunu görmek mümkündür.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ''Köylü milletin efendisidir''demiş zamanında. Köyde her zaman doğallık vardır, köyde üretim vardır, köyde büyüklere saygı küçüklere sevgi vardır. Besinlerin, etin, sütün, yoğurdun hepsi doğaldır büyük çoğunlukla. Ama son yıllarda köye ve köylüye gereken değer ve önem verilmediğinden, köy insanları şehirlere doğru akın etmeye başlamışlardır, kendi açılarından belki onlarında haklı tarafları vardır. Şehirde var olan şartların tamamını köylerde de dört dörtlük oluşturabilirsek bu göç olgusu da en azından duracak ve tersine dönecektir. Kayda değer bir denemeydi kutlarım Hasan bey içtenlikle...👍
Ben de size teşekkür ediyorum.Belki önemi yok, ama ben köyün tam ciğerinde yaşadım, yani bir köylüyüm. Hatta köy bile değildi, mezra....ama insanın nerelere yol alacağı belli olmuyor; Şimdi İzmir'deyim ve üniversitedeki son ayım... :)