Kiraz Kuşu
Bugünkü yazımda; Bireysel özgürlüklerini ilan ettiklerine inanan, sosyoekonomik koşulları ve yaptıkları işlerle kendilerini ispatlamış, zaten var olan haklarının farkında olan ve bu haklarını sonuna kadar savunabilen, kısacası yere sağlam basan kadınlarımızdan söz etmeyeceğim.
Yaşam kompartımanının farklı mevkilerinde, başkaları tarafından kendi çıkarları doğrultusunda döşenen 'ahlak' rayları üzerinde makûs yolculuklarını sürdürmektedirler kadınlarımız. Aralarında azımsanmayacak çoklukta pembe dizi meftunu, TV kumandalarını eşlerine kaptırmayan hatta değil TV, adamcağızların yaşam kumandalarını da ellerinden bırakmayanlar bulunmaktadır. Ekranda izlemekten sıkılınca da otobüse atladıkları gibi sıkışık trafikte saatlerce yol kat ederek soluğu fanatikçe hayranlık duyduğu kadın programlarının sıkış tepiş stüdyolarında alırlar. Cümle âleme TV'ye çıktığını göbek atarak ilan ederler. Tabiri caizse biraz 'cazgır' biraz 'vur patlasın çal oynasın' kişilikleri ve konuşma biçimleriyle pembe dizi kahramanlarıyla özdeşleşmişlerdir. Uyuşturulmuş yaşamlarının gerçeklerine uymuş bu türden kadınları da kendi pembe dünyalarında bırakacağım.
Bir de yelpazenin göz ardı yerlerinde ezik kadınlarımız var; Gizli bir yara gibi içlerine kanayan, varla yok arası yaşamlarında kendi gölgelerinde üşüyen kadınlarımız. Şiddetin her türlüsünü görmüş geçirmiş ve hâlâ da geçirmekte olan çilekeş kadınlarımız. Ülkemizde -resmi verilere göre- her dört kadından biri fiziksel şiddet görüyorsa oturup toplumsal pejmürdeliğimize dizimizi döve döve ağlamamız mı gerekiyor, yoksa bütün zeminlerde kıyasıya mücadele etmek mi?
İlk mücadele de sanırım eskilerin kanıksadığı; kızlarına ve kız torunlarına dayatmaya çalıştıkları yaşam biçiminden doğan ?'kır dizini otur evinde?' düşüncesiyle yapılmalı. Bu kabullenişin nedenlerini biraz eşelediğimizde altında damıtılmış devasa bir korkunun yattığını görüyoruz. Neredeyse fizyolojik ve toplumsal genetiğe kadar işleyerek benlikleri ele geçiren bu korku nedir?
Sokakta yürürken sağa sola bakma! Gülme! Dişiliğini gösterecek, dikkat çekecek hareketler yapma!
Kadınsan kadınlığını bileceksin. Oturup kalkmana, giyimine kuşamına, sokakta nasıl yürüdüğüne dikkat edeceksin. Aksi takdirde etrafta hafif bir kadın olarak algılanırsın. Adın çıkar. Senin adın çıkarsa sadece sen değil, tüm ailen de insan içine çıkamaz.
Ne zor şeymiş kadın olmak ve kadınlığı ateşten bir gömlek gibi üzerinde taşımak. Oysa küçük bir kız çocuğuyken başlamıştı melodram. Sokakta beyaz tebeşirle sınırlarını kendi belirlediği sek sek oyununu oynarken ergenlik fark ettirmeden gelip kırmızı pabuçlarını hızla büyütmüş, rengini de siyaha çevirmişti. Büyük numaralı ayakkabılarıyla istemediği halde çizgi üstüne basmış, yaşamın yaşanmayası kuralı, 'Yandın, çık oyun dışısın!' demişti. Masum çocukluğu onu terk ederken bu kez kırmızı tebeşiri eline alan sözde aile büyükleri, etrafına çizdikleri kırmızı dairenin ne anlama geldiğini kesin bir dille anlatmaya soyunmuşlardı.
'Şimdi ben sokakta hep başımı kaldırmadan mı yürüyeceğim?'
'Evet.'
'Peki, o zaman nasıl gökyüzünü göreceğim? Sokakta dondurma yiyemeyecek miyim?'
'Hayır tatlım, istersen ye de gör, yanından geçen bir magandanın henüz aklıyla ehlileştiremediği cinsel dürtülerine nasıl malzeme oluyorsun.'
'Peki, ben dışarıda korkmadan ne zaman yürüyebileceğim, gökyüzüne ne zaman bakabileceğim?'
'Evlenince bir tanem, eşin olacak adamla istediğini yapabilirsin!'
Genç kız, karartılmış, yıldırılmış öğretilerin karanlığında korkularla sindirilmiş, varlığını bir günah gibi saklayarak bekler, ta ki talibi çıkıp evleninceye kadar. Kırıp dizini baba evinde oturur. Ruhunun etrafına örülen kalın duvarların bir gün yıkılacağı, kadınlığının nefes alacağı günü düşleriyle süsleyerek beklemeye başlar. Düşsel dünyasında yarattığı masal prensi bir gün çıkagelecek, hapsolduğu kara zindandan çekip çıkartacaktır külkedisini. Ve özlediği güneşli, aydınlık diyarlara kanat çırpacak, düş dallarına konacaktır sevgiye susayan kiraz kuşu.
İşte koca evinin eşiğinden böylesi düşlerle adım atar külkedisi. Ta ki masal prensinin prens kostümünü soyunup bir kurbağaya dönüştüğünü gördüğü o ana kadar inanır yarattığı kendi masalına. Genç kızın düşü size de garip gelmiyor mu? Ya bu sorgusuz sualsiz teslimiyeti de neyin nesi?
Tuhaf diyeceğim ama başka bir öğretisi de yoktu ki bu hayatın ona. Başka bir erkeğin hâkimiyeti altında, baba evindeki korkularından sıyrılıp göğüs kafesinde nicedir tutsak kalan kiraz kuşunu, doyasıya maviliklere sürmeye hazırlandığı sırada, henüz özgürlüğe açamadan işittiği benzer direktiflerle kırılıverir körpe kanatları.
'Artık evli bir kadınsın!'
'Uçarılık yapmak yok! Ağır başlı bir kadın olacaksın! Sana verilen soyadına zeval getirmeyeceksin! Yalnızken pencereye, hele hele de balkona çıkmayacaksın! Kır dizini otur evinde!'
Oysa erkeğinin parlak vaatleriyle çevrelenen tuzak yuvasına doğru gözü kamaşarak kanat açmış, hayalinde yarattığı ışıltılı düş evi içine girdiği an kendi karanlığına kapatmıştır ışıklarını. Dizini kırmıştır kırmasına ama diziyle birlikte düşleri de kırılmıştır hem de ikinci kere. Öylesine ağırdır ki başı; başını kaldırmak şöyle dursun ona yüklenen bu yükün ağırlığında ezilmektedir bütün bedeni. Baba evinde babasının, ağabeylerinin bıraktığı dümeni, koca evinde kocası almıştır eline. Genç kız, açık denizlerde yalpalayan bir yelkenli gibi güvensiz hisseder kendini. Hangi sularda yüzerse yüzsün dümeninin hep bir erkeğin elinde olacağı gerçeğini kanıksamıştır artık.
'Hep şu masalların halt yemesi değil mi, neden aptal külkedisi masallarıyla büyütürüz ki kız çocuklarını?' diye sormadan edemiyorum kendime.
Peki, kadın kırıp dizini evinde izole bir hayat sürerken izole edildiği korkunun kaynağı olan toplum kuralları neden erkeklere çifte standart uyguluyor? Dışarda sözlü tacizlere varan her türlü kız tavlama girişimi 'erkekliğin şanındandır' sözüyle ödüllendiriliyor. Hatta bu ödülü verenlerin başında nedense anneler geliyor. 'Aslan oğlum, babasına çekmiş,' diye de böbürlenerek ağızları kulaklarında dolanabiliyorlar etrafta. Bundan değil midir maganda kültürünün doğması? Neden, aynı zihniyet böylesi bir durumda kızlarının da, 'Aslan kızım, kimin kızı be!' diye sırtını sıvazlamıyor? Bunca karşıtlığın yer aldığı birçok başka coğrafyanın var olduğunu da bilmiyor değilim bu yeryüzü yuvarlağında.
Dinler tarihine baktığımda da kendimi koskoca bir açmazın içinde buluveriyorum. İçimden bir ses dinler konusunu fazla kurcalama dese de -en azından şimdilik- bir örnek vermeden geçemeyeceğim. Hıristiyan dininde kadın Tanrı tarafından cezalandırılmış olarak doğuyor dünyaya. Diğer dinlerde de küçük farklılıklarla benzer versiyonlarını görüyoruz her nedense? Kısacası aklımın almadığı birçok dayatma var bu dinler manzumesinde. Bunlardan biri, Tanrı'nın yarattığı varlığa daha doğmadan ceza keserek dünyaya gönderdiği inancı. Havva Ana'nın nezdinde kadın olduğumuz için Tanrı tarafından hüküm giymiş biz günahkâr kadınlar, günahımızın diyetini kanayarak, acı çekerek ödüyoruz.
Buraya kadarı hepimizin bildiği bir hikâyedir. Esasen bundan sonrası da bildiğimizin ötesinde değil. Olsa olsa şu yazdıklarım tekrar olabilir. Söz konusu 'kadın' olunca, çoğu kez enikonu tartışılmış, belki defalarca kaleme alınmıştır. Konu eskilerin kadına miras bıraktığı korkuydu değil mi? Ataerkil bir toplumun ürünü bu korku, günümüzde hâlâ çoğu kadınların kâbusu olmaya devam ediyor.
Anadolu'ya bakınca ne yazık ki değişim pek gözlenememektedir. Tek başına sokağa çıkan kadın bir çay bahçesinde soluklanıp bir bardak çayı gönül rahatlığıyla içemezken işittiği sözlü tacizlere karışarak boğazına taş gibi dururken korkunun varlığını nasıl yok sayabiliriz? Etrafında konuşlanan magandaların göz hapsindeki kadın, bu yetmezmiş gibi en doğal hakkı olan topluma açık bir mekânda bırakın bir erkek arkadaşıyla sohbet etmeyi tek başına oturmasının da toplumun ötekileştirdiği kadın gibi algılanma korkusuyla diken üstünde bırakılmıyor mu?
Kadınlarımız çay bahçelerinde yalnız görülmenin ve yanlış algılanmanın endişesini taşıyorlar. Bunu birebir gözlemlerime dayanarak söyleyebiliyorum. Hâlâ Anadolu'nun sözde şehir ve kasabalarının restoranlarında, çay bahçelerinde aile bölümleri yer alıyor. Çünkü kadını rahatsız edecek aç kurtlar gibi etrafında dönen magandalardan bir nevi koruma duvarı oluşturuluyor. Dar kafaların çemberinde; köy, kasaba ve şehirlerin dar sokakları arasına sıkışan kadın varlığının özgürlüğünden ne kadar söz edebiliriz?
Gerek eğitim düzeyi gerek iş hayatında sözü geçen çağdaş kent kadını, bu kadınlardan hayli önde olsalar da hepsinin başları ağır olmak zorunda değil midir? Ağır başlı olmak bir erdemdir, yanlış anlaşılmasın. Benim demem o ki; Yanlış anlaşılma korkusuyla sürekli temkinli davranmak, etrafına duvar örmek durumunda bırakılan kadın ruhu, ne kadar özgürdür? Ve ne kadar çocuklarına özgüven aşılayabilir? Hâlâ bazı hastalıklı beyinlerce sadece cinsel obje olarak algılanmaya devam eden kadın ne yaparsa yapsın; mesleği, konumu ne olursa olsun bu çağdışı düşünce biçiminin önüne geçilemiyorsa oturup düşünmemiz gerekmiyor mu?
Günümüzde her türlü yolsuzluk ve ahlaksızlık, bırakın dizi aşmayı, boğazı aşma boyutlarında yaşanırken; 'namusu' kadının etekleri altında aramanın anlamsızlığını kabullenecek sayısız insan beynine gereksinimin olduğu gerçeği, çarpıcı bir biçimde duruyor yüksek insanlığın önünde. Klasikleşmiş gibi görülen kokuşmuş 'ahlak' kuram ve kurumlarının tümünü yırtıp atarak; eril, dişil ayrımı gözetmeksizin hep birlikte yepyeni 'ahlak' kuram ve kurumlarının yaratılacağı yarınlarda gerçek özgürlük dileklerimle...
Yolun aydınlığa olsun insanlık.
18.Ağustos.2011
👍👍👍
kocaman tebrikler...