Kırılma Noktası
Yaklaşık on dakikadır tanıdık bir yüz arıyorum. Bulamadım. Kalabalık bir grup onu yavaşça önceden kazdıkları 3 metrekarelik bir çukurun içine bırakıp, üzerine toprak atmaya başlıyor. Hayır, istediği bu değildi.
Üniversite yıllarında kaldığımız o küçük evdeyiz, Ankara'da. Gözlerimi kırpmadan tavana bakıyorum. 'Ne düşünüyorum biliyor musun?' diyor Mehmet. Kafamı kaldırıp cümlenin devamını getirmesi için yüzüne bakıyorum. Her taraf siyah lekelerle dolu, sanırım ışık gözümü aldı. Tuhaf surat ifademe aldırmadan devam ediyor; 'Öldüğümde bu şarkı çalsın istiyorum.' Radyoya kulak kabartıyorum; Pink Floyd... Şarkının adını hatırlamaya çalışırken Mehmet devam ediyor; 'Önce yakılıp, ardından küllerimin denize savrulmasını istiyorum.'
'Çok sıradan değil mi?' diye soruyorum. 'Toprağın altında çürüyüp gitmek kadar değil' diyor.
Bunun ne kadar çılgınca bir fikir olduğunu düşünürken yaşlı bir kadının iniltileri bölüyor düşüncelerimi. Siyah giyinmiş. Eşarbının altından zayıf ve kemikli yüzüne düşüyor beyaz saçları. Koluna giren iki kişinin yardımıyla ayakta durduğu belli. Annesi olmalı. Oğlunu toprağa değil, geçmişine gömüyor. Hepimiz öyle yaparız. İnce ince çiseleyen yağmur insanların yüzlerindeki sıkıntıyı daha da belirginleştiriyor. İnsanlar cenaze törenlerini sevmiyor. Çünkü cenaze törenleri onlara gerçeği gösteriyor. Farkında olmadan, bütün ömürleri boyunca ulaşmak için çabaladıkları hayatın salt gerçeğini. Sevmiyorlar, çünkü; cenaze törenleri insanların bugüne kadar yaşadıkları herşeyi değersiz ve anlamsız kılıyor. İnsanlar kendilerini küçük, savunmasız ve çaresiz hissediyor. Bu yüzden birçoğu onbeş dakikadır yakasına yapışan bu gerçekten bir an önce kurtulabilmek için can atıyor. Aralarında ben de varım. Biraz askeri, biraz geleneksel bir düzen içinde; tanımadığım onlarca kişiyle tokalaşıp, başsağlığı diledikten sonra kendimi mezarlığın dışına atıyorum. Dakikalardır nefesimi tuttuğum bir suyun içinden aniden çıkma hissi... Derin bir nefes alıp etrafıma bakınıyorum. Yağmur hala devam ediyor. Bir sigara yakıp ağır adımlarla yola koyuluyorum.
Yine oradayız, on beş sene öncesinde. Kalkıp kendime bir bira daha alıyorum, döndüğümde Mehmet'i anlamsız gözlerle radyoya bakarken buluyorum. Uzun kıvırcık saçları rahatsız edici bir şekilde yüzüne düşmüş. Geldiğimi farkedip gözlerini radyodan ayırmadan: 'Sence kırılma noktası nedir?' diye soruyor. Cevap vermiyorum.
Yanımdan geçen arabanın gürültüsüyle irkiliyorum. Kafamı kaldırdığımda biraz ilerdeki uzun yokuş takılıyor gözüme.
Mehmet tekrardan soruyor: 'Ne zaman kırılır?'
O gün veremediğim cevap birden parlıyor zihnimde: Yokuş! Evet, yokuşun bittiği yer kırılma noktası olmalı. Peki ya yokuş? Yokuş hayatın kendisi midir? Ben neredeyim? Yokuşun neresindeyim?
Müthiş bir soloyla bitiyor şarkı. Bu şarkıyı unutma diyor Mehmet. Şarkının bütün tınılarını ezbere bildiğim halde ismini hatırlayamıyorum. Lanet olası içki! 'Biliyorum dostum bizimki de kırılacak, birgün bu katlanamadığımız gürültüden kurtulacağız.' diyor Mehmet gözlerini radyodan bir an olsun ayırmayarak. Elindeki bira şişesi düştü düşecek. 'O kadar gürültülü ki yaşam bazen kalbimin sesini bile duyamıyorum.'diye devam ediyor.
'İşte kırılma noktası da orada, sesizlikte gizli.' diyorum. 'Sağır edici bir sessizlik, Tanrının sesizliği.'
Hiç kıpırdatmayacak sandığım iri cüssesini gergin bir tavırla bana doğru çeviriyor:'Tanrının sesizliği... İşte beni deli eden şey de bu!'
Biraz soluklanmak için durduğumda yağmurun sigaramı söndürdüğünü görüyorum. Cebimdeki paketi çıkarıp son sigaramı yakıyorum. Sigaramın ucundaki sönük kıvılcımlara benzer düşünceler uçuşuyor zihnimde. Radyo, şarkı, yokuş, gürültü, tanrı, ölüm, sesizlik... Yokuşa bakıyorum; ardındaki giz... Evet, hepimiz yokuşun ardındaki o giz için yaşıyoruz. Bazen huzur, bazen mutluluk, bazen felaket, bazen sesizlik... Tanrının sessizliği: Ölüm! Ve yine zihnimi bulandıran o soru: 'Ben, yaşamın gürültüsüne katlanamayan adam... Yokuşun neresindeyim?'
Ağustos / iki bin on bir