Küçüğüm
Küçüğüm...
Bu sana yazdığım ilk mektup. Neden bu kadar bekledin diye sorarsan, sanırım cesaretsizliğimden. Hergün biraz daha büyüyorsun ve izlemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Bense bu büyümüş halimle küçüle küçüle un ufak oluyorum. Sen büyüyorsun, ben eksiliyorum.. Bana sorsan hep sekiz yaşında kalmayı dilerdim... Neyse..
Bak bu yazdıklarım eğer bir ihbarsa evet, kendimin ispiyoncusu sayılırım. Ben berbat bir insanım. Bunu yaşayarak gördüm. Öyle ki; bütün dostlarımı ellerimle öldürdüm. Bunları anlatmak benim için kolay değil. Ama artık saklamaya kalkıştığım yüzümü görmelisin.
Dostlarımdan biri arıların istilasına uğrayıp öldü. Arıları benden daha çok seviyordu. Ayrıca hayalci bir insandı. Görmek istediği gibi görüyor, duymak istediği gibi duyuyordu. Onu arı kovanına ben ittim. Hem, kendi ellerimle yaptım bunu. O çok sevdiği arılar onun sonu oldu. Suçluluk hissettim mi sonra? Bu sorunun cevabını hala bilmiyorum...
Bir diğeri denizimde yüzüyordu. Ben ona dedim ki, bak benim denizim tuzludur, dayanamazsın... İlle ısrar etti. Bir de denizimin orta yerinde tatlı su çıkıyormuş. Onu bulmak istedi. Öyle bir dalga çıkardım ki, adeta yuttum onu ve boğdum derinliğime.
Bir tanesi, ki bu en sevdiğimdi. Gök-yüzüme kanat çırpıyordu. O her kanat çırptığında canım yanıyordu. Dedim, uçmadan duramaz mısın! Hayır! dedi. Yaratılışı gereği hünerinin kanat çırpmaktan ibaret olduğunu sanıyordu. Oysa isteseydi... Öyle kafam bozuldu ki, benim gibi bencil birine bunu nasıl söyleyebilirdi. O an delirmiş gibiydim. Tüm ihtişamımla, en gürültülüsünden sahip olduğum bütün şimşekleri üzerine devirdim...
İşte böyle küçüğüm. Ben iyi bir dost olamadım. Vefakar değildim mesela. Hep asi ve başına buyruktum. Takım olmak bana ters geliyordu. Hatta bir ara dostluğun o vıcık vıcık sarmalamalarından çok tiksindim. Dostluğun verdiği sorumluluklar üzerime ağır geliyordu. Bense fazla yük taşıyamadım ve hepsini öldürmeyi yeğledim.
Babamla sohbet ediyorduk geçenlerde. Hani her konuda anlatacağı bir hikayesi olan insanlar vardır ya, işte onlardandır babam... Dostlukla ilgili ne zaman bir söz geçse, sanki ilk kez anlatıyormuş gibi heyecan içinde hiç bıkmadan anlattığı bir hikaye vardır babamın. O hikaye her zaman ilgimi çeker, daha önce hiç dinlememişim gibi merakla dinlerim. Babam da şevk içinde anlatır. Dostlarımı öldürmeden önce de biliyordum bu hikayeyi. Ama adı üstünde, hikaye işte... Ki ben çok da ihtimal vermem hikayelere.. En iyisi bir de sen dinle..
Geçmiş zamanların birinde, hali vakti yerinde bir baba ve onun başında kavak yelleri esen genç oğlunu anlatır hikaye. Baba bilge bir adamdır. Oğlu ise, etrafı görünüşte kalabalık ama içleri boş menfaatçi arkadaşlarla örülü bir gençtir. İşin kötü yanı oğlanın bu durumu idrak edemeyip, etrafındaki sahte kalabalığa aldanıyor olmasıdır. Oğlanın bütün arkadaşları onun kanını emiyordur. Ama oğlan arkadaşlarını öyle çok benimsemiştir ki, adeta kör olmuştur. İyi gün dostlarının, her ne olursa olsun yanında olacağını sanması, onlara karşı duyduğu sonsuz güven babasının oğlu için endişe duymasına sebep olmuştur.
Baba bir gün oğlunu karşısına alır ve onu arkadaşlık ettiği insanlarla ilgili uyarmak için konuşmak ister. Yumuşak bir dille etrafındakilerin gerçek dost olmadıklarını ve onu maddi çıkarlar için kullandıklarını söyler. Bu durumdan duyduğu üzüntüyü ve oğlunun maruz kaldığı sahtelikler için hissettiği kaygılarını anlatır. Oğlan babasına karşı çıkar. Öyle ki, arkadaşlarının asla öyle insanlar olmadığını savunur. Gençliğinin verdiği kayıtsız güvene esir olmuş benliği gerçekleri görmek istemez ve babasının endişelerini sonuna kadar reddeder. Ama baba bilge bir adamdır. Oğlunun göremediği birçok şeyi gözlemlemektedir.
Gel zaman git zaman derken baba sonunda daha fazla dayanamayıp oğluna bir ders vermek ister. Hergün ona verdiği harçlıkları azaltmaya başlar. Verdiği meblağ düştükçe arkadaşları da aynı oranda azalmaya devam eder. Sonunda oğlu beş parasız kalınca, babasına gelip yalvarmaya başlar. Başından beri haklı çıktığını ve kendisinin gerçek bir dosta sahip olamadığını itiraf eder. Babasından kendisini affetmesini ister. Baba, bunu bir şartla kabul edeceğini söyleyip, eline bir zarf tutuşturur ve içindekine asla bakmamasını, acilen sahibine ulaştırmasını ve ondan sonra hiç oyalanmadan eve geri dönmesini buyurur. Oğlan kabul eder...
Eski zaman, ulaşım zor. Oğlan günlerce, başka şehirde yaşayan kişiye mektubu ulaştırmak için yürür de yürür. Sonunda aradığı adrese gelir ve içeriye girer. Mektubun sahibine zarfı uzatır, babasından geldiğini söyler. Orada bir kaç saat konakladıktan sonra yeniden evinin yolunu tutar. Yorucu geçen yolculuğun ardından eve ulaştığında, gördüğü manzara neredeyse şaşkınlıktan küçük dilini yutmasına sebep olur.
İçeriye girdiğinde salonda babası ve o mektubu ulaştırdığı adam kafa kafaya vermiş oturuyordur. Bu nasıl olur, benden önce buraya nasıl gelebilir diye düşünür oğlan. Baba oğlanı yanlarına çağırır ve oturtur. 'Bak oğlum!' der. Elindeki mektubu ona uzatıp; 'Aç ve oku...'
Oğlan mektubu açar. İçinde yalnızca şu cümle yazıyordur;
'Dardayım, yetiş...'
Küçüğüm..
Artık böyle dostluklar yok. Bugüne kadar ne ben böylesine vefakar olup, talebinin sebebini dahi sorgulamadan dostuma koşabildim., ne de bir dost çıkmadı ki karşıma, sana ihtiyacım var, yetiş demedi... Ben, dostlarımı riyakar ve çıkarcı göreceğime öldürmeyi seçtim. Bunu kendim istedim. Çünkü dostlarımı böyle görmeye dayanamazdım. Onları hafızamda gülümseyerek hatırlamayı istedim. Ben dostluğa olan tüm inancımı kaybetmiş zavallı bir insanım. Yalnız geldik, yalnız gidiyoruz... Dilerim sen aradığın Şems'i bulur, bedeli ne olursa olsun öder ve ona sahip olursun... Yolun açık olsun...
fulya/temmuz2012
sahtekarlığımız bile sahte...
Dostluk ve arkadaşlık, hele ki her şeyin para ile maddiyat ile ölçüldüğü bu zamanda unutulan, hasır altı edilen bir duygu olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Gerçek dostu aramak ve bulmak samanlıkta kaybolan bir iğneyi bulmaktan daha zor. Güzel bir deneme arada anlatılan öykü de güzel bir anekdot olmuş. Kutlarım Fulya hanım içtenlikle...👍