Kurtuluşun Felsefesi 11
11] Kişilerin tutum ve davranışlarını, din gibi gösterirsek yanlış yaparız. Olayı kutsallık havasına bürür, yanılsamalarımızı olgulara katarsak, çokça hata yapmış oluruz. Nesnel olanın yasallığının inanç olaraktan Tanrı muktedirliği dışında, karşıtlaştırırsak; yanlış yaparız. Yanlış olan da, budur.
Kurtuluş Savaşı Öncesi Esnası Ve Sonrası konulu yazımı, Atatürk sevgisini işleyen şiirime yorum olarak gelen düşünce ve mütalaalarını, burada alıntı cümleler şeklinde işleyerek, yapılandırmaya çalıştım.
Toplum hafızasında, nesnel koşuların oldurduğu, gerçek kişilikler ve kimlikler; ya az bilinirdir, ya da hiç bilinmezdirler.
Bu değerli kişileri, basit, maksatlı fısıltı söylemlerle, hemen değersizleştirici olunması sorunsalını ele aldım. Hem de halkın bin yıllar içinde şartlandırılarak yatkınlık kazandırışlan hafızalarına yerleştirilmiş, sanal oluşturulmuş, masalcı tutum ve menkıbeci oluşumlarla, inanççı mantık anlamalarına denk düşen uyduruk kişilikleri, nesnelci ikili anlama mantığıyla, kıyaslayarak ele aldım.
Sanal hayali kahramanlardan olan; Bardakçı Baba, Zaloğlu Rüstem gibi söylencelere halk, daha çok ve daha bir candan inanarak sahiplenir olmaktadırlar. Siz ne kadar anlatırsanız anlatın, sirkeci baba türbesine koşuşacaktırlar. Bu fikir onlarda, sabittir. Kanaatlerini kolay kolay, değiştirmezler. İşte bu sabit olan ve kolay kolay değişmez olan anlayışları şiirimde; kıyaslaştırarak ironisini çalıştımdı.
Devamı niteliğindeki ikinci şiir çalışmamla da, Osmanlı'nın somut koşularındaki 4- 5 maddelik kendi çıkarsamamla, Atatürk'ü, Atatürk yapan tutumları anlatmaya çalıştımdı. Bu yazı dizileri, her iki şiir çalışmalarıma değin yapılan eleştirilere bir gerektirme ile oluşan, deneme çalışmalarımdan biridir.
Bundan önceki bölümde, genel nesnel seyir ile Kurtuluş Savaşı'nı anlamaktan uzak yorumların, kuvva hareketini, gölgede bırakmak amacıyla ve savaş esnasının tali ama ilişkin olan gayret ve çabalarının, olay, olam salı içinde ve olgularının, tuzak tutumlarının altını çizdim.
Bu tali çabaları abartarak, Kurtuluş Savaşı'nı adeta küçümseyerek, yok sayma bedhahlığına düşen, insanların kin ve eften püften işlerin kıskançlıklarını, bana göre ele alarak belirttim. Olgu ve olayların ne olduğunu düşünmeden, anlamadan, yapılan hırçınlıklardı bunlar.
Bir gözlük takışın, genelleştirilmek istenmesiydi. Olayların ilişkisinden kopmuş olmasının yalan yanlışlığıydı bu. Bir inat ve hırsın tutumuydu. Temellenemeyen, tarihin ve sosyolojinin, temeli olamayan, sırf söyleyeni paralize eden, karşı olanların yaygın söylemli, afakî referanslı hırçın söylemlerinden hareketle, konuyu incelemeye çalışmıştım.
Aslında tüm bu tür efsane söylencenin temelinde, koşullanmış bir ruh halinin ezilmişliği, kendini ele vermektedir. Bu da savaş sonrası, saltanat ve hilafetin kaldırılması (ilgasıydı) travmasıdır. Hilafet ve saltanatçı çevrelerin, bekleyip ummadığı bir karşılaşmaydı. Duş etkisinde, bir şok sarsıntılarıydı. Eskinin ve eski olanın yeniye; yeni olana direnişiydi, bu olaydaki bu tür efsane söyleşilerin görmezden geldiği gerçek.
Düşününüz, konjonktürü kavrayamaz ve yönetemez bir yapınız vardı. Üstelik konjonktür değişmiş ve hızla değişmekteydi de. Siyasi coğrafyalar, dış siyasetler de oldukça ve bambaşka biçimde değişmişti. Ama bunu anlayamayan bilemeyen bir yönetim başta kalacaktı! Olası mıydı? Elbette ki olamayacaktı.
Temel de olup biten, bu güncel süredurumlu değişme ile değişime direnen, değişmeyle zorlukları olan siyaset ve yöneticilerin, kendi öznel sarsıntılarını, konjonktüre yansıtır olmalarının açmazı idi. Kendi davranmasını, kendisine özenle belletilenlerin dışına çıkıp da yapamıyorlardı. Nerede ise siyasetlerin günlük belirlendiği ortamda hayli yaya kalınıyordu. Kendilerini, bir çember içinde davranır kılar oluşun sınırlılıkları ile belirleyen birçok insanlar, kendi kısır döngülerinin, heyecan ve tefahür (övünme) tutumlarını ortaya koyuyorlardı.
Normal halktan olup da, üreten ve sefalet içindeki bir yığın kitlenin, saltanat ve hilafet, umurunda bile değildi. Halkın, yapısal eğilim saltanatçı da olsa; halk, böyle bir sorunu kimse kaşımadıkça, istiskale uğratmadıkça, saltanat ve hilafeti umur edinip umurunu duymuyorlardı. Böyle bir kaygıları yoktu. Sırf halkın saltanatı, din iman sanışlarıyla saltanatı savunuyorlardı daha ziyade. lmiye sınıfının halk üzerindeki hileci ve teşvikkâr bilinçlendirmesinin sonucudur bu!
Yönetim ve jurnalcileri ve ilmiye sınıfından olan şeyhülislamları, hilafetçi baskılarıyla halk kesimlerini çokça harekete geçirmeye çalışıyorlardı. Halkı, okuma yazmadan aciz bırakılmıştılar. Büyük bir kesimi, kendi muhit ve çevresinin, 30- 40 km dışını bilip, anlamaz bir sınırlı yetenek içinde tutulmaktaydılar. Batıl düşünce ve hurafe ile serseme çevrilmiştiler. Her olay olgu ve adımı bu mantığa kıyaslıyorlardı.
Bu muktedir ve devletin her şeyi ile üzerine temellendiği saygın kitle olan insan yapı, aslında bu değişmelerden ötürü, 'eski ile bağım koptu' gibisine bir çıkarsama ile travma tiklik içinde olanın semptomlarını göstermiyorlardı. Bu gibi entrikaların, dışında idiler. Günlük çare üretemeyen siyaset, fitnelerle, bu değişmeye değin olası semptomları artırarak sendromlar yaratmanın tüm öznelliğine sarılacaklardı.
Bu tutumlar gide gide, kişi ve kişilerin bedhahlığı, kin ve garazları, farkında olmadan yeğler oluşları olacaktı. Bu eski gidişte, çıkarcı ve kışkırtıcı kesimin içinde çok büyük bir kısımla ilmiye sınıfı vardı. Fitne ve fesadın kaynağı idi. Kurtuluş Savaş'ı sonrasında da, bu sınıf olayların muhasebesinden, nifak çıkaracaktılar.
Sürecek