Kurtuluşun Felsefesi 154
Hakimiyeti milliye sözü halk için, 20. yüz yıl başında bile hala halkın saltanata bağlılığı olan düşünceyi ifade ediyordu. Bu söylemin ahali için anlamı Fransız devriminin etkilerinden çok çok uzaktı.
Ahali yeni duyduğu bir sözü ve söylemi dahi dini kalıplar içinde hıfzediyordu. Saltanata bağlılık çoğu kişilere inanç gibi iman gibi geliyordu. İnanç gibi iman gibi gelen düşüncenin ve bilginin iradesi de saltanattan yana olmakla huzura kavuşuyordu.
Ne söylerseniz söyleyin bir kesim ahali her konuyu getirip getirip saltanata bağlıyordu. Dolaysıyla yeni olanı da inancına bağlıyordu. İnanç ile saltanat halk nazarında özdeşlikti. Bu tutum geçmişte Emevi saltanatını veren düşünceleri savunup şiar edinmenin az çok bir benzeriydi.
Egemenlik bir yerlerdeydi. Fransız devrimi egemenliğimillete getiriyordu. Ahalinin egemenlik gibi bir derdi yoktu. Belli dahiyeler içinde olmadıça sorgulaması inancen yasaktı. Halkın saltanata olan bağlılığını bir egemenlik tercihi gibi algılatılmasını, hor görmeyin lütfen.
O günlerin yani 1900’lü yılları içinde hakimiyeti milliye “saltanata bağlılığa tercih olarak algılatılmıştı” da 1950'li yıllarda bir başbakan (Sn. Menderes) hakimiyeti milliye söyleminde başka bir şey mi anlamıştı?
“Hakimiyeti milliye” kapsamında millet egemenliği için ne diyordu Sn. Menderes; “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz!” Diyordu. Bu neye bağlılıktı? Saltanata değil mi?
Bu söz geçmişin halktaki bilinç altıydı. Aslında ahali bilmeden köleliğe bağlılık söylüyordu. Travması olduğu söylenen düşünsel yapıların tedavisi saltanat ve hilafet değil mi? Saltanat ve hilafete bu düşkünlük neydi?
Tarihin köleci başlangıcından beri olan egemenlik, şimdiki dolambaçlı yollar üzerinde saltanata, hilafete karşı kazanılmış olmasına rağmen SN. Menderes tarafından yeniden saltanatı ve hilafeti getirme cehaletine veriliyordu. İşte Mustafa Kemal olamamayı, hileyi, düzeni, sömürüyü, farkı böyle kavrayacaktınız.
Sn. Menderes yaptığı propaganda içinde bu sözü iki anlayışla söylemiş olabilir. İlkin Sn. Menderes bu sözün gerçek anlamını bildiği halde demagoji (halk avcılığı) yapmış olmasıyla “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diye söylemiş olabilirdi.
Bu sözün ikinci bir söylemi için de Sn. Menderes gerçekten de halkın her istediğini yapmasını halk egemenliği sanan bir söylemle egemenlik kavramını belirtmiş olabilirdi.
Sn. Menderes’in hangi tavırdan yana olduğunu uzun uzun tahlil etmenin hiçbir anlamı yoktur. Egemenliğin kolektif oluşu dışındaki anlayışları sömürüdür. Çünkü bu söylemlerin her ikisi de “halk bilmesin” tavırlı söylem olmakla her ikisi de sömürü mantığı dediğimiz yolla aynı kapıya çıkıyordu.
Sn. Menderes her iki tavrıyla, ister halkı yanıltmak için böyle söylemiş olsun isterse halkın tarihsel olana karşı tarihsel olmayan uçuk tavırlarını "siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” demenin cahilane bir tutumuyla olsun kendi ikbali için bencil davranmıştır.
Tarih içinde egemenlik (hakimiyet) kolektif oluşa karşı mülk sahipliği olan kişilerin hükmetme egemenliği olarak ortaya çıkmıştı. İlahlara Karşı El egemenliğiydi. El mülkün ve rızkın yönetimi ile insanın egemenydi.
Bu durum ezen ezilen ya da mal sahibi ile maldan yoksunluk olan durum içindeki zengin=efendi; fakir=köle egemenliği eşleşmeli karşıtlığını yansıtmıştı. Giderek egemenlik mülk sahipliği olan güce karşı; biatı, taatı, itaati, ibadeti ahlakı ve dine bağlılığı oluşmuştu.
Bu bağlılık türlü aşamada geçmekle ezen (sömüren), ezilen (sömürülen) ikilemli süreç içinde zamanla mal ve mülk sahibinin egemenliğine karşı ezilenlerin direncini ortaya koymuştu.
Bu direnç sömürülmeye karşı, zulme uğramaya karşı, kötü koşullarda çalıştırılmaya karşı, çalışma hakkı olan alın terini isteme gibi söylemlerin mücadelesi olan şimdiki demokratik egemenliğe dönüşmüştür.
Bu tür pratik mücadeleler sonunda ezilen kıyamlı direnişçi hareketler 18. Yüz yıla doğru genel ve açık söylemi ile Hâkimiyeti Milliye olmuştu. Halk egemenliği de denen bu söz siyasi bir parolaya dönüşmüştü.
Köleler ve giderekten de halk siyasi, hukuki ve statü sel eşitsizlikleri nedeniyle bu tür mücadeleci süreci iyice boyutlandırmışlardı. Bu tür mücadeleci bir boyut içinde kimi ezilen halk kesimleri kendi egemenlerine karşı söz söylemeyi, yönetime katılmayı, haklarını almayı öken kolektif meşruiyetleriyle davranır oldular.
Düşünsel, eylemsel, üretim sel zemin sosyo toplumsal süreçlerden beri kolektif dediğimiz ortak paydaşlı süreçlerdi. Kolektif paydayı kolektif sağlatmalardan, kolektif üretimden ve kolektif bileşenli emekten almasıyla, direniciler bu zeminleri kolektif gücüne dayanak yapıp, geçmişten beri uğraşını söyleye gelmişti.
Mal ve mülk sahipleri kendi egemenliklerini seçkinci bir El anlayışına dayandırmakla kolektif güce sahip olmak istiyorlardı. Bunu yapmak için de El adamları kolektif zemin üzerinde kolektifin mülkünü El'e taksim ettiriyorlardı.
El olan, El insanlarının kendileriydi. El insanlarının kendileri olan seçilmişlerdi. Seçilmişler sanal bir El'e kendi kolektif paydaşlarının paylarını iç ettiriyordu. İç edilenler kolektif birim zamanlı, kolektif mal ve mülktü. El mantığı; El adamlarının kolektif emek gücü sahibi kılınmalarını öngören ahde dayanırdı.
Yeni zamanın ruhu köleci süreç içine geçmekle birlikte köleci süreçle, ön ittifakın kolektifliği henüz yan yana bir arada sürmekteydi. Köleci olan tutuma karşı kolektif oluşun değerler sistemi her iki duruma da zihni bir kıyas olmanın yaşanmışları hafızalarda burum buram tazeliğini koruyordu.
Ön ittifakların sonuna doğru ve köleci sistem içinde de eş zamanlı durumla süren tartışma kamucu olana karşı özelleştirme olanın çatışmasıydı. Kolektif süreç karşısında özelleşen tutum, kolektif mülkten yoksun kalan kişiler karşısında kişisi sahiplikti.
Köleci sistem içinde mülkten yoksun kalanlar için kolektiflik efendi sahipliğine karşı bir kıyaslama ve ses çıkarmalarına meşru bir dayanaktı. Bu kıyas karşısında sahiplik içindeki efendiler kendilerinin mal-mülk sahibi olmalarını bir türlü açıklayıp, kolektif tutuma karşı kendilerini bir türlü meşru kılamıyorlardı.
Bu tartışmada baskısını da artıran El mantığı sürece hakim olacak gibi görünüyordu. Ancak bu doğru kıyaslama mantığı içinde bir kişi; kişisi birim zamana davrananır olacaktı.
Kişisi birim zaman içindeki bir kişi ancak bir türlü davranır olacaktı. Kişi kendi birim zamanı içinde meyve topluyorsa, kişi kendi birim zamanı içinde ancak beslenme ve tüketmesini yapacaktı.
Oysa kendi birim zamanı içinde beslenen kişi ile eşzamanlı durumda iki aslan kişinin etrafını sarmakla kişi tehdir altında olacaktı. Bu da şu demekti. Birim zaman içinde beslenmesini yapan kişi beslenme anındayken savunmasız olacaktı.
Ya da birim zaman içinde savunmasını yaparken kişi ayn anda beslenemeyecekti. Kişi bir birimlik zaman içinde kullanım ve tüketiminini yapar. Oysa doğa bir andaki birim sürede çok belirimlidir. O anda yağmur yağar, yıldırım düşer, sel çıkar, mamutlar musallat olur vs.
Kişinin doğaya cevaben aynı anda birçok durumla olması gerekir. Bir anda bir çok durumla olmak ancak kolektif birim zamanlı süreçlerle olasıdır. Öyleyse mülk sahibi kişi, kişisi birim zamanı çok parçalı belirme yapamayacağuna göre kişimiz ne olmayan mülkü edinebilirdi. Ne mülk sahibi olabilirdi.
Şu halde mülk sahipliği olan bir tek kişi hiç bir zaman mal mülk sahibi olmanın baskı ve basıncını ortaya koyacak olan egemenliğin de sahibi olamazdı. Öyleyse mal mülk sahibi ve mülk sahibinin egemenliği nereden geliyordu?
Yani efendiler inşanın temeli olan ve gerçek olan kolektif birim zamanlı meşruiyet karşısında meşruiyet sizdiler. Tüm tarihsel sorun buydu. Bu konudaki kolektif birim zamanlı yazıma bakınız.
Efendiler “kolektif birim zamanlı” süreçlere dek olan mal mülk sahipliklerini açıklayamadılar. Açıklamayı yapabilmek için kıvranıyorlardı. En sonunda kolektif tutumlu somut kanlı canlı ilah ve İlahi mana anlayışı karşısına, El denen sanal bir mana anlayışını ortaya koymuştular.
Hileci tutum içindeki egemenler kolektif olanları gasp edici tuzakları nedenle, sahibi oldukları kolektif birim zamanlı, kolektif mal mülk üzerindeki meşruiyet siz ilerini; El mana anlayışına söyletiyorlardı.
Kolektif zamanlı tutum ve kolektif birim zamanlı süreçlerden önce ne sahiplik vardı. Ne de mal-mülk vardı. Kolektif mülk sahipliğine karşı EL ne diyordu? ” Mülk benim. Ben mülkü dilediğime dilediğim kadar rızk diye verdim. Kiminin de rızkını kıstım” diyordu.
Böylece kolektif birim zamanlı olan süreç, bu tür köleci tabu söylemleriyle kolektifin sahipliği kişisi mülk sahibi olan efendiye verildi. Böylece efendiler güya meşruiyet kazanacaktı! El ilk başlarda kolektif olana karşı özelleşi olan özel mülk sahiplerinin tapu tescil tanığı olmakla inşa oldu.
Seçkinci tutumun daha sonrasında özelleşişi ortam içinde artan tedirginliğin çatışmaları karşısında El; merhametin, acımanın, lütfetmenin ve VAADİN de temsilcisi olmakla, efendilerden sonra El kölelerin de tabu mana anlayışı olmuştu. Böylece El ikili (düalist çelişkili çatışma olan) bir karakteri taşır olacaktı.