Kurtuluşun Felsefesi 41
41] İşgale dek süreç devreye girmişti. O günün koşullarında yol işlevi (bağımsızlığın felsefesini), işlevde (bağımsızlığın felsefesi de)yolu (devrimleri ve yeni yapılaşan toplumu)belirleyecekti. Oluşu toplumun kurucu ruhu, askeri vesayettir diyen söylemci liberaller, bunu dikkate almalıdır. Bir üst paragraflardaki gibi toplumsal yenileşmeleri, bilginin gücünü elinde tutan sınıf, askeri sınıf olması gibi doğru ölçü elde olmayınca yanlış vargılara gidersiniz. Başka ülkelerin devlet kurma felsefesi ile bizimki karışmamalıdır.
Her özel koşul genel koşul içinde mütalaa edilmelidir. Başka ulusların halkı ve kurumları kendi özel gelişmeleri içinde devlet işleri ile haşir neşirdir. Başka ulusların konjonktürü, bir devrimi ve halk hareketlerini, kendi yerleşik geleneklerinin arasına sokmuştur. Bizde ise, 1500 yılıdır, gelenekçi baskı ve koşullanmayla, ulul emre ve otoritelere kayıtsız itaat' vardır. Bu itaatin mantığını da egemenlik Allah'ındır, diyerekten sağlıyorlardı.
Evet, egemenlik Allah'ındı. Ama siyasetler, politikaların işleyişi insanlarındı. Bunlar apayrı işleyişlerdir. Birbirine karıştırılmamalıdırlar. Egemenlik Allahın'dır denişle inançsal oluşan duygu birikimi, akli olanın üzerine çıkıyordu. Her yasallığın kendisine ilişkin bir özel egemenlik alanı vardır. insanoğlunun aklı, düşe kalka bunları yönetmeyi öğrenirler. Birbiri ile tartışırlardı.
İşte bu türden, inanççı boyun eğişi benimseyen itaatin, etkisi ve rehaveti ile halk, bu alanda, hiç bir gayreti göstermiyordu. Bilimsel gelişmelere dek tartışmalar halka hiç inmiyor, halk tamamen bilimden bi idrakti. Var olan kimi kişisel adım ve buluşlar, hiç bilim çevresine mal olup tartışılmamıştır. Hatta dar denmeyecek kadar sınırlı çevrede, gazali gibi dinciler tarafından pusturulduklarından bilim hiç bilinmiyordu bile.
Bilim demek, din demekti. Din demek, bilim demek olunca, halkın her kuşağı bilimi (dini ) zaten biliyordular! Başka şeye ne gerek vardı! Bu geniş kitlelerin gözünde: 'Allah'ın ipinden (dininden) başkasına sarılmamaydı'. Ancak bugün araştırmalarla öğreniyoruzki zaman zaman istatistiki ola caktan çok başarılı çalışmaların adımını atan kişilikler çıkmıştır. Ama orada kalmış. Halka ve bilim çevrelerine nüfuz edememiş ve tüm bunlar nedeniyle, halkın katılımcı olmamasının ve halkın şüpheci dahi olmayışının nedenleri arasındadır. Ve halkın mantıkça ahali olmasını, prangalaşışıdır da bunlar.
Bu yüzden güvensizlik halka değildir. Böylesi bir inanççı mantıkla halkı köşeye sıkıştıran çıkarcı çevrelerin, açık olmayan; gizli, sinsi görünüşlü, açıkta başka, halk içinde başka, olan istismarladır. Bunlar istismarlarından başka yetenekleri olmayan, kifayetsizlerin girişmesine tedbirlerdir. Halkı cehalet içinde bırakan, halkını; akılcı (bilimsel) felsefeyle, bilimsel mantıkla ve bilimsel kültürle buluşturamayan yönetimler, daima toplumuna ihanet içindedirler. Bir güvensizlik varsa bunadır.
Sistem sürekli harekettir. Bir nehrin akışı gibi entegre sistem içi yeni beslenmelerle sistem akışı yeniden, yeniden süreçlenir. Toplumlar gelişmesini dönüştüremediği süreçlerde, organize olarak çözülme ve dağılma süreçlerini yaşarlar. Toplumsal yapı çözülürken, insanların; geçmişte toplumsal yapıya gelişini süreçleşen sosyal birlikçi yaşantılaşmaları vardı.
Bunun da alt bileşenleri olmak kaydıyla, bu sosyal birlikçi yapı, atom ize bir yapıdır. Halk atom ize, sosyal birlikçi ittifakların kocaman bir görünümüdür. Toplum çözülünce geriye doğru halka çöker. Bu yüzden toplumlar, halk (atom ize birlik-bileşikler) alanını yanında taşımak zorunluluğu içindedirler. Çözülen toplumda halk bileşenlere ayrılır.
Bu sürekli akışlı zorunluluktan ötürüdür ki toplumda, bir tutucu ve bir ilerici yanın taşınmasını gerekli kılmaktadır. Halk, kendi içinde bu toplumsal katılımcılıklarını, geçmişten günümüze değin kotarışlarla, başarıp işleşir kılamadılar. Bu yüzden halkın toplum içindeki doldurması gereken ortamları katılımlarla dolduramadı. Ortamın da boşluk kaldırmaz oluşu gibi bir zorunluluğu vardır.
Bizim toplum da bu boşluğu doldurma görevini halk sanki orduya vermiş gibi cereyan etmiştir. Asker, tarihsel gelişmeci rolünden dolayı bu tarihi üslenmeyi kendi gelişmeci gücü ve kendi gelişmeci ruhlu kurumuyla üslenmiş gibi görünür! Bu, bir geçici zaruri egemenliğin, ortamın boşluk kaldırmaz olması nedeniyle, toplumun sanki temsili paylaşımı gibi olmuştur! Halkın bu alandaki düzlem alan gücünü, yurttaşlık bilinçlenmesi ve yurttaşlık eğitimleri yoluyla kendi eline alması kesinlikle bir zorunluluktur.
Halkın yönetime katılması bir tarihi belirleniştir. Bu belirlenme okur yazarlık oranıyla, bilimsel felsefe tutumlanışlarıyla, yurttaşlık bilinçlenmesiyle ve sosyal, toplumsal katılımcılıklarıyla halkın kısmen gelişen duyarlılıklaşan bir formasyondur. Halka bunlardan yoksun kılınışlarla bir bilemezlik bir seçme ve seçilme olgusunu sağlıklı yapamazlık kriter ölçüleri içine sokulmuştur. Bu da halkın tercihlerine güvensizlikle bakılmasına değin seçkinlerin, halka şartlı öngörülü olmalarının algısısını yaratmaktadır!
Sözde kimi aydınların bunları bildiği halde, bilmezden gelişiyle; 'halka güvenmiyor musunuz?' lafını yani bu apaçık bilinişi ortaya dökememenin gizliliğinden ötürü suç gibi, tu kaka edişçi yanıltması vardır. Yanıltma şundandır. Siz halkı, yılların uyuşmuşluğuna bırakın. Sonra da, toplumsal eylemlerin tarihsel süreci içinde, halk hareketini, halk iradesini bilgisizlikle itaatle yok deyin! Halkçı öğrenme olan dini, toplumun felsefesıymiş gibi halkın toplumsal özekli düşünme felsefesi yapın; ondan sonra da: 'Halka hiç saygınız yok mu?' deyin! Bu tür söylemlerin istismari alaycılığı ile de, üste çıkın.
Travma yarattınız diye kendinizi somun pehlivanı gibi lanse edişle üste çıkartıp inandırıcı olunuz! Hal bu ki; halkı Arap diliyle, Arap kültürüyle ve Arap geleneği ile yoğurup, halkın isimlerini dahi Arapça adlarla adlandırarak, halka asıl travmanın yaşatılmasını bin yıllar içinde olan uyuşmasını bilmezden gelirler! Buna karşı direnen halk sanatı ve halk dili yönetim sanatından ve yönetim dilinden ayrı gelişmiş garip bir ikili yapıdır. Halk yönetimle bu iletişimsizlikten ve biribirini anlayamaz olmaktan ötürü kopmuştur. Oysa Arap kültürünün girdiği tüm ülkeler, aynı perişanlığı ve aynı kaderi yaşıyorlar.
Bu tür ön düşünmesiz, küflü kabul edişi paylaşmanın prangasını taşır olan gerici çevreler, şimdi de asıl travma kaynağını, halkın kendisine yabancı olan kökü dışarıda dinini, dilini, kültürünü kendilerine siper yapıp, travma üzerinden, travma yaygarası koparıyorlar. Halk dinini kabulle, kendi tarihiyle, kendi kültürüyle ve kendi hafızası ile olan bağları kopmuş; travmasını yaşamıştı. Olmuyordu işte ne hikmetse! Yine de buna rağmen halkın kendi dinini anlaması bile, dininin kendisinden, kendi öznesine çözümlenen bir inanç olması dahi, çok görülmüştü.
Sürecek