Kurtuluşun Felsefesi 99
99] Buna rağmen: süreçle önder olmanın vasfını ortaya koyabilecek bir tarihi şartı gündemdeydi. 1919-1920 karanlıkçı ve kargaşa günlerinin, mandacılık tartışmasının içinde olan kimi yöneticiler şimdi en etkin yerdeler idiler. Basiretleri zaafları olacaktı. Marshall yardımları, Truman doktrinleri ve ikili anlaşmalarla ülke güvenliği, ülkenin tam bir teslimiyetçilerle işbirlikçiliği, şekline dönüştürülmüştü.
Ufukta birden belirişle dağılacak olan bulut, ne akıl almaz teslimiyet anlaşmalarına bizi sokmuştu. Adı da müttefiklik gibi makyajlarla süslenmiş olan kandırıştı siyaset söylemleri hala süren bir hercü merce dönüştürülmüştü. Kendimiz için değil müttefikler için ordu besleyecektik! Acaba bu da emperyalistler arasındaki gizli bir oyun muydu? Demekten kendinizi alamadığınız bir beliriş ve gerçekleşme ortada durup durmaktadır.
1945-46 tehditleri gerçekti, ama 1908- 1921 arası felaket koşullarına göre sudan ucuz bir bahanenin çok felaket sonuçları olan, geleceğimizi rehin kılan ve gönence değin geleceğimizi kaybeden gizli anlaşmalarımızla son bulmuştu. Hem de hiç savaşa girmeyerek. Bunun ceremesini 65 yıldır süren bir devamla ve farklı oluşmalarıyla hala çekmeye devam ediyoruz.
Gizli anlaşmalardan sonraki şartlarda içine düştüğümüz garabet, ikinci Dünya savaşına girmediğimizin bir devamı olabilecek ileri görüşlülük yararının sürdürülmesi olmayıp, aksine ikili anlaşmaların girdabında, geleceği göremeyen, basiretsizliğin sonraki yönetimlerce de ülke olaraktan alabildiğine sömürülmenin, iç işlerine müdahale edilir olmanın, felaket adımıydı.
Ayağa kalmak için gereğinde yere düşülebilirdi (savaşa girilmeliydi demiyorum). Almaya bugünkü konumuna, ikinci dünya savaşının (haklı haksız) yere düşürülmesi ile ayağa kalkışının sonucudur. Oysa biz o zamanlar, dimdik ayakta iken, simdi bir daha kalkmamak üzere yere düşürülmenin gaflet ve delaletini yaşıyorduk. Görülmesi gereken ve liderliği sorgulanması gereken kişilerin, kıyaslanması bu açılım içinde, geleceğin inşasındaki payıyla görülmeliydi. Ayakta bir gelecekte oluşu mu yeğliyoruz? Yoksa ayağa kalkamamış yerde yaşıyor olmanın, ılımlı ılımsız olacağın, avuntusuyla bir gelecek mi?
İşte kimler önderdi, kimler önder olurdu, kimler Atatürk olmasa idi de lider olurdu, diye lafı güzafın cehaleti ile konuşulanlara, tarihin akışında verilen en gerçekçi en deneyimsel cevaptır, bu kesit. Ve seçme ayıklama koşullarının ortada olduğu, "önder" olunucu, bir ele geçmez tarihi bir fırsattı, 20 yüz yıl.
Üstelik Atatürk'ün yanında bulunuşta (bulunur olmanın bir tecrübe, bir yol gösterilme avantajını yaşayan bu insanların, bu şanslarına rağmen başarısızlıkları affedilmez gibidir.), Atatürk olmasa da, Atatürk olurlar için bir nimetti. İşte sahip olmadıkları sıfatları bu güzide, bu muazzam tecrübelere yükler olmak, onları tartışılır yapmıştı. Sadece Kurtuluş Savaşı yıllarına değin koordinasyon projesi altında nokta konumlu güncelin sınavını veren deneyimlilerdiler. Ve şimdi de mersiyeler dizilenlerdi!
Bu tecrübelilerin 1940'lı yıllardan itibaren hem güncel olamamaları vardı, hem de uzak görüşlü olamamalarının üslupları vardı. Hem de geleceği plânlar olamamaları nedeniyle, küçük hesapların içinde, kendileri yaşarlarken; hep kendi ektikleri ve hep kendi döküntüleri gailelerle cebelleşeceklerdi. Kendi meseleleriyle düşüp kalkmalarında, kendi gözü pek manidarlıklarını, ortaya koymuş olacaklardı!
Bu tarihi fırsatın, önderce, karizmatikçe olmayan, yanlış teşhis ve inatçı tutumlarının komplikasyon ve sendromları, son 65 yılın kaosudur. Demokrasiniz, üretiminiz, siyasetleriniz, refahınız hep bu tehdidin gölgesi altında kalıp, yapılaşan gelişmelere göbekten bağlı, bağlı olmanın iznine tabi, olgu ve olaylar oluvermişti. Bizlere de kutsal lider övünmeleri ortaya koymanın savunuculuklarını yapacaktık. Ve bu siyasetlerin diş kirası olan iç ve dış işbirliklerinin nemalanmalarını sürdürebilmeleri için inatçı particilik kavgalarımızla bize de, partili partisiz olmanın patırtı kütürtüsünü oynamak düşmüştü.
Aynı düzlemde olmak, aynı fikri uyanıklık ve aynı benzer bilinç düzeyini anlar oluş demek, değildi. Öyle olsaydı, ortalık yerde gericilikler ve cehaletler olamazdı. Düzlemsel olan, düzlemsel gereklerin üzerinde nicelemenler farklı oluşlardı. Söz gelimi, hilafet ve şeriat bu güncel düzlemin geliştiği şartlarda gerekli bir varoluş ve gerekli bir savunuluşun yapılaşması değildirler. Bunları savunma içinde olmak, ne demokrasidir, ne fikir özgürlüğüdür; ne de önderliktir. Düpedüz, gericiliktir.
Sözde Atatürk kişilerin, olduğundan fazla gösterilip, bir kurucu imiş gibi payeleri verilmek istenen kişilerin, kimi nicelemen edimlerinden anlaşılmaktadır ki güncel bant ve frekans düzeylerine aşina kişiler olmadıkları, çok çok açıktır. Bu gibi kişiler, bu halleriyle dahi, sanki bir maharetmiş gibisinden olacakla; karşılarındaki somutça gerçekleşmiş ve nicel enmiş olan ve kendilerini çok çok aşan; Gazi tarafından ortay konmuş bulunan dinamik süreçlere, hep kör oluyorlardı.
Kendilerinin gerici farklılıklarını ise, sanki bir mahirlikmiş gibisinden eski şöhretlerinin hatırlatılışılar gölgesinde sübvansiyon (destekleme koyaraktan) ederekten ortaya konulmaktadırlar. Bu halleriyle de sevgili Gazi'ye ters düşüşle, sevgili Gazi'ye karşı çıkan yetersizlikler olmaktan öte gitmiyorlardı. Duygu olaraktan, aynı düzey ve düzlemin yolcusu olan, aynı alt beyin düzlemli, tınışları aynı olan kişiler de; böyle kişilerin koltuk siperlerinde serbest atış yapıp, bunları da şişirerek, tarafların boylarını aşan birçok parlatmanın gayretine giriyorlardı.
Bu şişirme parlatmaların içinde oluşlarla da kişi geçmişine sövmenin ahlaksız fikirsiz ligi içindeydiler. Ama bu tip lider fosluklarla, ne yaparsanız yapınızdı, sizi aşan, sizin üstünüzde olan bir güç mekanizması çalışıyordu. Bu tarihin ve toplumların nesnelce kesikli süreklilik yasasıydı. Sürecin oluşları zamanın süzgece değin elemesi kriterinde kurtulamıyorlardı.
Aynı fikir içinde oluşlarla da, aynı düzlemde olmamanın, en güzel örneği idi bence. Bu da Müdafaayı Hukuk örgütünün adında saklı idi. 1919 Eylülünde gelindiğinde; yurdun çeşitli yerlerinde inisiyatifi olacaktan kurulmuş; çeşitli yerel direniş örgütleri ve birlikleri vardı. Bunlar reddi ilhak (ilhakı ve bir olup bit tiyi kabul etmeyenlerin) cemiyetleri idi. Sevr'in uyandırdığı nefret duygusunun yarattığı yurt severlik toplum severlik ve insan severliklerinin bilinçlenmeleriyle kendilik yerel bölgeler içinde tetiklenmişti. Halkın İslam olması ortak kültür temasına da, vurgu yapan bir amaçlılık ortaya koymuş çalışma idiler.
Sürecek